Memlük bayrağı

Memlük Bayrağı

memlük bayrağı

kaynağı değiştir]

Baybars Kıbrıs'ın fethi ile meşhur olduğu gibi Çakmak da Rodos seferleri ile bilinmektedir. Rodos da Haçlılar için mühim bir üs idi. Bilhassa Hospitalier Şövalyelerinin burayı 1308 yılında ele geçirmelerinden sonra adanın ehemmiyeti daha da artmıştı. Memlûklerin Kıbrıs'ı fethetmelerinden sonra Mısır sahillerine yönelik korsan hücumları kesilmemiş, Küçük Ermenistan ve Kıbrıs'ın düşmesinden sonra korsanlar Rodos'u kendileri için merkez edinmişlerdi.

Çakmak 1440, 1443 ve 1444 yıllarında olmak üzere Rodos'a karşı üç sefer tertipledi. Gerek Rodos şövalyelerinin adalarını canla başla savunmaları ve gerekse Avrupa'dan yardım almaları sebebiyle ada fethedilememişse de Hospitalier Şövalyelerinin Müslüman tüccarlarına ve gemilerine hücum etmemeyi taahhüt etmelerinden sonra barış imzalanmıştır. Çakmak zamanında içeride genellikle sükûn ve asayiş hüküm sürmüştür. Emir Korkmaz ile İnal el-Cekemî'nin çıkardıkları iki isyan ile 1442 yılında Cîze bölgesindeki siyahi kölelerin çıkardığı isyan bunun istisnasıdır. İsyanları bastırılan siyahi kölelerin büyük bir kısmı gemilerle Osmanlı ülkesine gönderilerek orada satılmıştı. Çakmak, 1453 yılında seksen yaşındayken öldü. Hastalığı sırasında oğlu Osman sultan ilân edilmişti fakat kendisine el-Mansûr lakabı verilen Osman, tahtta bir buçuk aydan fazla kalamadı. Kendilerine ayarı düşük akçe dağıtılan askerler onu tahttan indirdiler.

Kısa süreli saltanatlar[değiştir kaynağı değiştir]

Kutuz sultan olduğu sıralarda Suriye toprakları Moğol İstilası'na maruz kalmıştı. Kaynaklar Kutuz'un cesur, kahraman, tedbirli, dindar, iyiliksever ve Moğollar ile mücadelede başarılı bir sultan olduğunu müttefikan kaydederler. Herkes ondan Yakın Doğu'da kimsenin karşılarında durmaya muvaffak olamadığı Moğol tehlikesini durdurmasını bekliyordu. Öte yandan Hülâgû'nün elçisi gelerek mukavemet edilmeksizin teslim olunmasını istedi. Aksi takdirde başlarına getirilecek kötülükleri sayarak tehdit etti. Kutuz emirleri toplayarak onlarla durumu görüştü. Savaşa yönelik karar birliği çıkması üzerine Hülâgû'nün elçilerini ortadan ikiye böldürüp başlarını mızrakların ucuna taktırarak teşhir etti. Bu tehlikeli anda Aktay'ın katlinden sonra Suriye'ye kaçan ve hâlâ orada bulunan bir kısım el-Bahriyye memlûku Moğollara karşı mücadelede büyük bir başarı gösterdi. Elçi göndererek Moğol tehlikesine karşı işbirliği yapmayı teklif ettiler. Kutuz onlara aman vererek Mısır'a davet etti. Böylece bütün memlûkler Moğollara karşı Kutuz'un etrafında birleştiler.

Memlûklerin aralarındaki düşmanlıkları unutarak Moğollara karşı birleştikleri bu sırada gelişen olaylar da onlara yardım etti. 1259 Ağustosunda Moğol Hanı Möngke vefat etmiş ve kardeşleri arasında Moğol İmparatorluğu'nun paylaşılması konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Hülâgû de kardeşinin vefatını duyunca Suriye'deki kuvvetlerinin başında kumandanlarından Ketboğa'yı bırakarak ordusunun büyük bir kısmıyla Karakurum'a gitmişti. Kutuz hazırlıklarını tamamladıktan sonra Moğollar ile karşılaşmak üzere Kahire'den çıktı. Sâlihiyye'ye yaklaştıklarında bazı emirler Moğollar hakkında anlatılan ürkütücü hikâyelerden dolayı tereddüt gösterdiler. Kutuz onlara "Ey Müslüman emirler! Yıllardır beytü'l-mâlin ekmeğini yiyorsunuz ve şimdi de savaşmak istemiyorsunuz. İşte ben gidiyorum. Savaşmak isteyenler benimle gelsin. Kim savaşmak istemezse o da evine dönsün. Allah hepimizi görmektedir. Müslümanların vebali geride kalanların boynunadır" diyerek bir nutuk irat etti. 1260 Haziranında Baybars el-Bundukdârî öncü birliklerin başında olduğu hâlde Gazze'deki Baydarâ'nın üzerine yürüdü. Baydarâ o sırada Baalbek'te bulunan Ketboğa'ya bunu haber verip yardım istedi. Ketboğa ona "olduğun yerde kal ve bekle" diyerek Gazze'yi korumasını ve yardım gelinceye kadar şehri terk etmemesini emretti. Memlûkler Gazze'ye hücum ederek Baydarâ'yı yendiler ve şehri ele geçirdiler. Kutuz bu esnada Suriye'deki Haçlılar ile çatışmaktan ve böylece iki ateş arasında kalmaktan kaçındı. Akka'daki Haçlı hâkimine elçi göndererek Moğollar ile savaşmak için topraklarından geçmek üzere izin istedi. Onların buna muvafakat etmesi üzerine Kutuz, sahili takiben Haçlı topraklarını geçti. Aynicâlût denilen yere vardı. Kutuz, Moğolları yanıltmak için askerlerinin bir kısmını civardaki ormanlıklara gizleyerek öncü birliklerini Baybars'ın kumandasında Moğollara karşı sevk etti. Bu esnada Ketboğa da Aynicâlût'a ulaşmıştı. 3 Eylül 1260 günü Aynicâlût'ta Memlûkler ile Moğollar arasında vuku bulan Ayn Calut Muharebesi'nde Moğollar tam bir mağlubiyete uğradılar. Ketboğa da savaş alanında öldü.

Memlûklerin Aynicâlût'taki zafer, sadece Mısır'ı değil Suriye'yi de Moğol hâkimiyetinden kurtarmıştır. Suriye'deki Haçlıların Müslümanlara hücum etmemeleri ve Hülâgû'nün ordusunun büyük bir kısmıyla Karakurum'a dönmesi, Memlûklerin işini kolaylaştırmıştı.

Memlûkler, Mısır tahtını Eyyûbîlerden zorla almışlardı. Bunu ve kendi köle asıllarını unutturmak için kendilerine şeref verecek ve hâkimiyetlerine meşruiyet kazandıracak büyük bir hadiseye ihtiyaçları vardı. Aynicâlût Muharebesi bir taraftan Yakın Doğu İslâm âlemini Moğol tehlikesi karşısında korurken Memlûklerin meşruiyet eksiklerini de örten bir örtü vazifesi görmüştür. Bu sayede herkes Memlûklerin aslen köle olduğunu ve tahtı gasp yoluyla ele geçirdiğini unutarak onları kendilerini Moğol felaketinden kurtaran kişiler olarak görmüştü. Dolayısıyla Memlûklerin hâkimiyetlerinin devamı da Müslümanları korumalarının devamı ile mümkün olacaktı. Aynicâlût zaferi Moğollar ile Müslümanlar arasında olduğu kadar Eyyûbîler ile Memlûkler arasındaki mücadeleyi de ayıran bir savaş olmuştu. Böylece bu savaş, Eyyûbîler devrinin sonlanarak ve Memlûklerin yükselişini ilân etmiştir. Muharebeden sonra Kutuz, Fırat'tan itibaren bütün Suriye ve Mısır'ın efendisi oldu.

Kahire şehri, Aynicâlût'ta muzaffer olan askerleri karşılamak için süslenmiş, caddeler ve sokaklar zafer taklarıyla donatılmış iken süratle gelişen olaylar Kutuz'un ölümü ve Baybars'ın sultan olması ile neticelendi.

Baybars Moğollara karşı gösterdiği başarıdan da güç alarak Kutuz'dan kendisini Haleb nâipliğine tayin etmesini istedi. Ancak Kutuz, Baybars'ın bu isteğini yerine getirmedi. Baybars, Kutuz'dan intikam almaya karar vererek el-Bahriyye ileri gelenlerinden arkadaşlarıyla bir plan hazırlayıp fırsat kollamaya başladı. Kutuz avlanmak maksadıyla karargâhtan uzaklaştığında Baybars ona yaklaşarak Aynicâlût'ta ele geçirilen Moğol kadınlarından birini kendisine ihsan etmesini istedi. Kutuz onun bu isteğine olumlu cevap verince Baybars buna karşılık elini öpmek bahanesiyle Kutuz'un elini tuttuğu anda daha önce kararlaştırıldığı üzere arkadaşları da harekete geçerek Kutuz'u atından yere yıkarak öldürdüler.

I. Baybars devri[değiştir kaynağı değiştir]

26 Kasım 1279'da tahta oturan Kalavun, İlhanlılara karşı selefi Baybars'ın siyasetini takip etti. 1280 ve 1281 yılında İlhanlıların Suriye'ye yaptıkları iki hücumu bertaraf etti. Bu sırada Suriye'deki Haçlılar gerek kendi aralarındaki anlaşmazlıkların artması ve gerekse Batı Avrupa'dan gelen yardımın kesilmesi sebebiyle zor durumdaydılar. Bunu fırsat bilen Kalavun Suriye'deki Haçlı kalıntılarına son vermek için harekete geçti. Kalavun bu amaçla Emir Hüsameddin Toruntay kumandasında bir orduyu Antakya Prensliği'nin son kalıntısı olan Lazkiye'ye sevk etti ve şehir 20 Nisan 1287'de alındı.

Bu sırada VII. Bohemond'un ölümünden sonra Trablus Kontluğu dâhilinde anlaşmazlıklar baş göstermiş ve Trablus'taki bazı hizipler Kalavun'dan destek istemişlerdi. Kalavun bunu fırsat bilerek Trablus'u almak için hazırlandı. 1289 Şubatında 40 bin atlı ve 100 bin yayadan müteşekkil ordusuyla Trablus'u kuşattı ve nisan sonlarında şehir düştü. Kalavun, Haçlı donanması tehdidinden emin olmak için içeride yeni bir şehir bina etti. Bundan bir müddet sonra Haçlılar, Trablus Kontluğu'na bağlı Beyrut ve Cebele gibi şehirleri de tahliye ettiler ve Müslümanlar buraları da ele geçirdiler. Cübeyl bir müddet daha Haçlıların elinde kaldıysa da sonunda Memlûklere itaat etti. Kalavun Akka'daki Haçlılarla bir antlaşma yaptı ise de İtalya'dan gelen bir Haçlı grubunun Müslüman halka ve tüccarlara saldırması bu barışı bozdu. Kalavun hazırlıklarını tamamlayıp Akka'yı fetih için yola çıkmak üzere iken 10 Kasım 1290'da öldü.

Bin dinara satın alındığı için lakabı Elfî olan Kalavun'un memlûklerinin sayısı bir rivayete göre 7 bin, bir rivayete göre de 12 bine kadar ulaşmıştı. Bunlar arasında Çerkes ve As asıllı 3.700 tanesini seçerek kale burçlarına yerleştirmiş ve bu sebeple onlara el-Burciyye adı verilmişti.

Halil devri[değiştir kaynağı değiştir]

I. Baybars'ın hükümdarlık simgesi olarak kullandığı aslan motifinin işlendiği bir kabartma.

Kutuz'un öldürülmesinden sonra onu öldüren kişinin sultan olması da tabii idi. Zaten Baybars, el-Bahriyye'nin en kudretli emirlerinden birisi olup Kutuz'u öldürme fikri de ona aitti. Bunlara ilaveten Baybars, Moğollar ile savaşta fevkalade şeref ve ün kazanmıştı. Kaynakların bildirdiğine göre el-Bahriyye ümerâsı, Kutuz'u katlettikten sonra Sâlihiyye'de saltanat otağında toplanmışlar ve Baybars'ı sultan yapmaya oy birliğiyle karar vermişlerdi. Onları otağın girişinde karşılayan Atabeg Fârisüddin Aktay'a Kutuz'un öldürüldüğünü haber vermişler ve Aktay onlara "Onu hanginiz öldürdü?" diye sorunca Baybars "Ben" diye cevap vermiş ve Aktay "Hünkarım, buyur onun tahtına otur" demişti. Bu kadar kolaylıkla ve basitçe, öldüren öldürülenin yerini almış ve kurbanın kanı kurumadan yeni hükümdar için askerlerden bağlılık yemini alınmıştı. Sâlihiyye'de bu merasim yapıldıktan sonra Emir Aktay'ın Sultan Baybars'a "Kal'atü'l-Cebel'e girip tahtına oturmadıkça bu iş tamam olmaz" demesi üzerine Baybars, yanında emirleri olduğu hâlde süratle Kahire'ye geldi ve Aynicâlût kahramanı olarak ünlenen Kutuz için süslenmiş olan caddelerden geçerek Kal'atü'l-Cebel'e çıktı. Baybars'ı kalede nâip Emir İzzeddin Aydemir karşıladı. Baybars durumu ona anlattı, Aydemir de hemen yeni sultana biat etti. Tarihçinin rivayet ettiğine göre, Sâlihiyye'de kendisine el-Melik el-Kâhir unvanı verilen Baybars, bu lakabın uğursuz olup bununla lakaplanan bir hükümdarın iflâh etmediğinin kendisine söylenmesi üzerine el-Melik ez-Zâhir unvanını aldı.

Baybars'ın 26 Ekim 1260 tarihinde Kal'atü'l-Cebel'de tahta oturması ile Memlûk tarihinde yeni bir safha başladı. Baybars içte ve dışta yaptığı icraatıyla Mısır ve Suriye'deki Memlûk Devleti'nin hakiki kurucusu olmuştur. Memlûk Devleti'nin kuruluşunu takip eden on yıl içerisinde beş sultan tahta geçmiş ve devletin içinde bulunduğu istikrarsızlık kurumların oluşturularak bir devlet geleneği oluşmasına mani olmuştu. Baybars ise 17 yıl müstakil olarak saltanat sürmüş olup Kalavun'dan başka kimse bu kadar uzun müddet saltanat sürmemiştir. Baybars'ın uzun müddet hükümdarlık yapması onun siyasetinin başarısına delalet ettiği gibi idaredeki istikrarı da gösterir.

Baybars, sultan olur olmaz dışarıda Moğol ve Haçlı tehlikesine karşı koyarak nüfuzunu Nübye ve Arap Yarımadası'nda yayacak geniş ufuklu bir siyaset takip etmeye başladı. İçeride ise ayaklanmaları bastırarak emniyet ve asayişi temin ile halkın yükünü hafifletecek bir sürü tedbir aldı. Ayrıca Mısır ve Suriye'de kendisinden sonra uzun müddet devam eden Memlûk hâkimiyetini temin edecek idari nizamın esaslarını koyarak ıslahat yaptı. Baybars bu icraatını yapabilmek için bir taraftan İlhanlılara karşı Altın Orda Devleti ile anlaşırken, Suriye'deki Haçlılara karşı da Bizans İmparatorluğu ile anlaştı. Öte yandan Memlûklerin Mısır ve Suriye'deki hâkimiyetini kuvvetlendirmek için Abbasî hilâfetini Mısır'da yeniden tesis etti.

Baybars, 1265, 1269 ve 1271 yıllarında İlhanlıların Memlûk topraklarına yaptığı saldırıları başarı ile püskürttü. Onlara kendi gücünü göstermek için karşı hücumlarda bulundu. Nitekim 1277 yılında İlhanlıların himayesinde olan Anadolu Selçuklu Devleti üzerine yürüyerek burada müşterek İlhanlı ve Selçuklu ordusunu Elbistan ovasında 18 Nisan tarihinde mağlubiyete uğrattı. Onun dönmesinden sonra Abaka Elbistan'a geldi ve savaş meydanının tamamen Moğol ölüleriyle dolu olup bir tek Selçuklu askerinin bile ölmediğini görünce bütün Anadolu'nun tahrip edilmesini ve karşılaşılan herkesin öldürülmesini emretti.

Memlûkler, Moğollara karşı verdikleri mücadele ve gösterdikleri başarıyı Yakın Doğu'daki Haçlılara karşı da gösterdiler. Memlûkler bu mücadelede Moğollara karşı kazandıkları başarıdan daha mühim başarılar elde ettiler. Çünkü Suriye'deki Haçlı varlığını nihai olarak sonlandırmışlardır. Bunu yaparken Memlûkler bazen hem Haçlılara hem de Moğollara karşı aynı anda savaşmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Memlûklerin, Haçlılara karşı kazandıkları ilk başarı Mansûre'yi almaları ve 1250 yılında Fâriskûr'da Haçlı ordusuna ağır bir yenilgi yaşatmalarıdır. Baybars 1265 Şubatı başlarında büyük bir ordunun başında yürüyüşe geçerek Kayzeriye, Yafa, Aslis ve Arsuf şehirlerini teslim aldı. 1266 yazında Safed ve Remle'yi aldı. Küçük Ermenistan Krallığı'nı ağır bir yenilgiye uğrattı. Baybars 1267 yılında Tiberya ve Akka mıntıkalarını yağmalayıp ertesi yıl Yafa, eş-Şakîf ve Arnûn şehirlerini istila etti. Nisan 1268'de Antakya'yı ele geçirerek yüklü bir ganimet elde etti.

Baybars 1271 yılında Trablus Kontluğu'na hücum etti. Safîtâ, Hısnu'l-Ekrâd ve Hısnu Akkâr kalelerini ele geçirdi. Akka'nın kuzeydoğusundaki Hısnu'l-Karîn kalesini istila etti. Bu son kale Töton Şövalyelerinin elindeydi. Öte yandan Baybars, Kıbrıs kralının Suriye'deki Haçlı kuvvetlerini birleştirmek için gayret sarf etmesi ve Kıbrıslıların Doğu Akdeniz'de dolaşan İslâm gemilerine hücum etmesi gibi sebeplerle 1270 yılında adayı fethetmek için bir donanma gönderdi. Ancak fırtınaya yakalanan Memlûk donanmasının büyük bir kısmı ada sahillerinde batarak bu seferin başarısızlıkla neticelenmesine sebep oldu.

Berke devri[değiştir kaynağı değiştir]

Eyyûbî Devleti'nin yıkılmasından sonra Mısır'da kurulan Memlûk Devleti'nin ilk sultanı Aybeg'tir. Aybeg aslen Türk idi. Yemen'de müstakil bir devlet kurmuş olan Resuloğullarından birinin memlûku iken es-Sâlih Eyyûb'a intikal etmiş, onun hizmetinde yükselerek emirlik derecesine çıkmış ve es-Sâlih Eyyûb onu kendi çaşnigîri yapmıştı. Şecerüddür'ün saltanatı esnasında atabekü'l-asâkir olan Aybeg, Şecerüddür içeride ve dışarıda muhalefetle karşılaşınca ümerânın muvafakatiyle onunla evlenmiş ve sultan olmuştur. Aybeg memlûkler arasında dindarlığı, cömertliği ve görüşlerinin isabetliliği ile tanınmış olmasına rağmen sıradan bir emirdi. Hepsi de el-Bahriyye'nin ileri gelenlerinden olan Aktay, Baybars, Kalavun ve Sungur gibi birbirinden kuvvetli emirler dururken el-Bahriyye grubundan bile olmayan Aybeg'in sultanlığa geçmesi bu emirlerin istedikleri zaman tahttan indirebilecekleri inancıyla geçici bir zaman için de olsa onun üzerinde anlaşmaları sayesinde mümkün olmuştur.

Aybeg sultan olur olmaz içeride ve dışarıda zorluklarla karşılaştı ise de el-Bahriyye'nin yardımı ile bu tehlikeleri bertaraf etti. Fakat el-Bahriyye grubunun lideri Aktay kendisine güçlü bir rakip olarak ortaya çıktı. Aktay öyle alametler kullanıyordu ki bunlar sadece sultana ait alametlerdi. Arkadaşları kendi aralarında ona "el-Melikü'l-Cevâd" diyorlardı. Aktay, Hama sahibi el-Melik el-Muzaffer'in kızı ile nişanlanmış ve Aybeg'ten "Nişanlısının sultan kızı olup şehirde alelâde insanlar arasında oturması uygun olmayacağı için Kal'atü'l-Cebel'de oturtulmasını" istemişti. Kal'atü'l-Cebel, sultanların resmî ikametgâhıydı. Aktay'ın bunu istemesinin manası kendisini hükümdar yerine koyması demekti. Aktay'ın Eyyûbî ailesinden bir prenses ile evlenmesi tahtta hak talep etmesi için bir vesile idi. Aybeg, 18 Eylül 1254'te kendisiyle bir hususu istişare etmek bahanesiyle Aktay'ı Kal'atü'l-Cebel'e davet etti ve onu öldürttü.

Aktay'ın öldürülmesi Kahire'de hemen duyuldu. Baybars, Kalavun, Sungur ve el-Bahriyye'nin ileri gelen diğer emirleri kalenin surları dibinde toplanarak henüz öldürülmediğini zannettikleri Aktay'ı kurtarmak için teşebbüste bulundular. Aybeg, yukarıdan liderleri Aktay'ın başını onlara atınca sıranın yakında kendilerine geleceğini anlayarak Suriye'ye kaçmaya karar verdiler. Aybeg, iç ve dış tehlikeleri bertaraf edip düşmanlarına başarı ile karşı koyarak çeşitli zorlukların hepsinin üstesinden gelmişken ölümü karısı Şecerüddür eliyle oldu. Tarihçinin deyimiyle "çetin bir ceviz" olan Şecerüddür, Aybeg ile evlenip tahttan feragât ederken bunu sadece Müslümanları tatmin etmek için yapmış fakat devlet işlerini elinden bırakmamayı kafasına koymuştu. Şecerüddür, Aybeg'i tamamen kontrolüne almıştı ve Aybeg'in sözü bile geçmiyordu. Bu yüzden Aybeg, Şecerüddür ile yaşamaktan bıkıp usandı. Bilhassa bir müneccimin, sonunun bir kadın eliyle olacağını haber vermesinden sonra da onun başına bir iş açmasından korktu. Aybeg, Musul hâkimi Bedreddin Lülü'nün kızı ile evlenmek üzere nişanlanmıştı. Çok kıskanç olan Şecerüddür öfkelenerek bir suikast tertipledi ve geceleyin hamama giren Aybeg, önceden Şecerüddür tarafından hazırlanmış olan beş adam tarafından 12 Nisan 1257'de öldürüldü. Olayın sabahında Şecerüddür, Aybeg'in geceleyin aniden öldüğünü söyledi ise de Aybeg'in memlûkleri buna inanmadılar ve Şecerüddür ile etrafındakileri yakalayarak öldürdüler.

Nûreddin Ali devri[değiştir

Hakan Fidan ile Ali Memlük görüşmesinin detayları belli oldu

A+A-

Haber Merkezi – Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan ile Suriye İstihbarat Başkanı Ali Memlük, Şam’daki görüşmesinin ayrıntıları paylaşıldı.

MİT Başkanı Hakan Fidan’ın son haftalarda Şam’da Suriyeli mevkidaşı Ali Memlük ile çok sayıda görüşme gerçekleştirdiği belirtildi.

Sabah gazetesinde Zübeyde Yalçın’ın haberine göre; Türkiye güvenlik ve istihbarat birimlerinin Suriye rejimi ile gerçekleştirdiği son görüşmelerin detayları ortaya çıkmaya başladı.

Habere göre görüşmelerde, Türkiye'de yaşayan Suriyelilerin güvenli bir şekilde ülkelerine dönüşüne ilişkin bir yol haritası oluşturulmaya çalışıldı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen haftalarda Suriye ile ilişkiler konusunda soruları yanıtlarken "Devletlerarasında hiçbir zaman siyasi diyalog veya diplomasi kesip atılamaz. Her zaman her an bu tür diyaloglar olur, olmalıdır... Suriye ile daha ileri seviyede adımları temin etmemiz gerekiyor" mesajları vermişti.

Bu açıklamalardan sonra iki ülke istihbarat birimleri arasında en üst düzeyde görüşmeler olduğu ortaya çıktı ve bu görüşmelerin çerçevesi ile masadaki konular şu şöyle:

"Haberde, güvenlik ve istihbarat birimlerinin Suriye rejimi ile gerçekleştirdiği son görüşmede iki tarafın öncelikli konuları, esneme marjları ve bundan sonra izlenecek yol haritasının ana başlıkları konuşuldu. Bir anlamda Suriyelilerin güvenli dönüşü konusundaki yol haritasının alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyor."

Bu görüşmelerden somut bir sonuç alınması zaman alacağı şeklinde yorumlandı.

Ülkeler arasında bakan düzeyinde veya cumhurbaşkanı düzeyinde bir görüşme yakın zamanda görünmediği belirtildi.

TSK güçlerinin Suriye topraklarından çekilmesi konusu ve Türkiye'nin şartları...

Öte yandan İstanbul merkezli Arapça yayın yapan Suriye muhalefetine yakın yayın organı Vizyon Suriye sitesinde yer alan habere göre ise görüşmelerde TSK güçlerinin Suriye topraklarından çekilmesi konusu da gündem geldi.

Habere göre Suriye tarafı Türk güçlerinin Suriye'nin tamamından çekilmesine ilişkin şartlarını ortaya koydu. Buna karşın Türkiye heyeti Ankara'nın Suriye'nin “toprak bütünlüğüne bağlı” olduğunu, ancak bu taleplerin daha sonra anayasal sürecin tamamlanması, serbest seçimlerin yapılması, Adana Anlaşması'nın yenilenmesi ve “terörle mücadele” şartıyla değerlendirilebileceğini söyledi.

Haberde ayrıca Şam'daki  Türk istihbarat yetkilileri , tüm sığınmacıların güvenli bir şekilde geri dönmelerinin sağlanması, mallarının sahiplerine iade edilmesi, çalışma ve istihdam koşullarının oluşturulması konularını Suriyeli yetkililere sundu.

Türk heyeti ayrıca,  Suriye hükümetinin 2 Nisan 2018'de çıkardığı savaşın harap ettiği bölgelerde bir veya daha fazla örgütsel bölge oluşturulmasına izin veren 2018 tarihli 10 Sayılı Kanunun yürürlükten kaldırılmasını talep etti. 

Bu kanuna göre 30 gün içinde mülkiyet belgesi ibraz edemeyen yurt dışındaki vatandaşlardan mülk sahipliğinin geri alınmasını öngörüyor.

Bayrak

Eskiçağ devletlerinde kumaş yerine genellikle madenden veya sert bir maddeden yapılmış alemler kullanılırdı. Kumaş bayrakların kullanımı ise Ortaçağ'da başlamıştır. Dîvânü lugāti't-Türk'te (I, 387) batrak şeklinde yazılan bayrak kelimesi "savaşlarda kullanılan ve ucuna bir ipek parçası takılan mızrak" tarzında açıklanmaktadır ve ifadeden bunun ferdî mücadelelerde ün kazanmış kahramanlara (alp, bahadır) verilen bir alâmet olduğu anlaşılmaktadır. Aynı eserdeki bir manzumede ise (III, 138) kelime bayrak şeklinde kullanılmakta ve Oğuzlar arasında böyle telaffuz edildiği yazılmaktadır. Yine bu eserde (I, 388) erkek adı olarak geçen Badruk'un da aynı kelimenin değişik şeklinden başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim eski Uygur metinlerinde bayrak mânasına badruk kelimesine rastlanması da bunun açık bir delilidir. İslâmiyet'ten önceki devirlere ait olan bu telaffuz biçimleri bazı lehçelerde sonraları da devam etmişse de Oğuzlar arasında daima bayrak ve bayraḫ şekilleri kullanılmıştır.

Selçuklular ve Hârizmşahlar devirlerinde yetişen İran şairlerince kelimenin son iki şekilde ve daha ziyade bayrah biçiminde kullanılması, Selçuklu devrine ait Farsça tarihlerde de kelimeye aynı şekilde rastlanması, bunun Farsça'ya Büyük Selçuklular devrinde Oğuzlar vasıtasıyla geçtiğini göstermektedir. Arapça'ya da geçen bayrak kelimesi, Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyeti sırasında Bulgarca'ya bayrak, Arapça'ya baryak, Rumence'ye bayrak (bairac) şekillerinde girmiştir.

Bat-mak kökünden gelen ve d > y değişmesi neticesinde bayrak şeklini alan (bat-ır-ak > batrak > badrak > bayrak) kelimenin semantik bakımından sancak kelimesiyle benzerliği açıktır (sanç-mak "batırmak" > sanç-ak > sancak). Sancak eski Türkler'de bayrak, mızrak ve süngü gibi batırılacak, saplanacak bir silâhın adı olup savaşlarda bunun ucuna onu kullanan kahramanın veya mensup olduğu kabilenin alâmeti konuluyordu ve Kâşgarlı Mahmud devrinde (XI. yüzyıl) bu alâmet kırmızı ipek kumaştan yapılıyordu. Yine bu devirde Karahanlılar sülâlesine mensup Türk hükümdarlarının bayrakları al denilen turuncu ipektendi (Dîvânü lugāti't-Türk, I, 77). Arapça'da "süngü, mızrak" anlamına gelen mitrad ve tarrâde kelimelerinin de eski kaynaklarda bugünkü mânası ile bayrak yerinde kullanılması semantik bakımından aynı mahiyettedir. Yine Dîvânü lugāti't-Türk'te (I, 395; II, 98) atların boynuna kıymetli taşlardan yahut arslan tırnağı veya muska gibi sihrî tesiri olan şeylerden boyunluklar asıldığı ve buna munçuk denildiği zikredilir. Farsça'ya daha Gazneliler devrinde muncuk şeklinde geçen kelime, İran şairleri tarafından bayrak ve perçemle eş anlamlı olarak kullanıldığı gibi Moğollar arasında da yine bayrak mânasına gelirdi. Moğollar XII-XIII. yüzyıllardan itibaren calış kelimesini de bayrak, sancak ve tuğun eş anlamlısı olarak kullanmışlardır. Dîvânü lugāti't-Türk (III, 92) ve İbn Mühennâ Lugatı'nda tuğ kelimesi Arapça alem yani bayrak karşılığı olarak gösterilmektedir. Başkırtlar tuğ kelimesini hâlâ bizdeki bayrak mânasında kullanmaktadırlar. İlhanlılar, Osmanlılar ve Safevîler'de calış ile tuğ ve bayrak ile sancak birbirinden tamamıyla ayrılmıştır.

İslâmiyet'ten önceki ve sonraki çeşitli Türk devletleri zamanında Uzakdoğu ve Yakındoğu müslüman medeniyetleri çevrelerindeki öteki devletlerle ortak olarak çetr, asâ, tamga, tınaz, tabl gibi birtakım maddî hâkimiyet sembolleri arasında özel bir önem taşıyan bayrağın yalnız hükümdarın alâmeti olarak kullanılmadığını, kabile reislerine, büyük devlet görevlilerine, askerî şeflere, orduyu teşkil eden çeşitli zümrelere, harp gemilerine, esnaf cemiyetleri ve tarikatlar gibi sosyal ve dinî teşekküllere mahsus farklı renk ve şekillerde bayraklar bulunduğu da belirtilmelidir. İslâmiyet'ten önceki ve sonraki Türk kabilelerinde ve devlet kuruluşlarında mevcut bayraklar şöyle özetlenebilir.

İslâmiyet'ten Önce. Türkler'in henüz atlı göçebe hayatı sürerken teşkil ettikleri siyasî topluluklarda buna dahil çeşitli kabileleri ve kabile reislerinin hususi alâmetlere, damgalara, bu kabileler birliğinin başında bulunan hükümdarın bu hâkimiyeti temsil eden çeşitli hukukî semboller arasında tuğlara sahip oldukları bilinmektedir.

Çeşitli Türk devletleriyle dâimî münasebetlerde bulunan Çin, Sâsânî ve Doğu Roma imparatorluklarında da türlü türlü bayrakların mevcudiyeti ve bunların hukukî bir sembol ve askerî bir alâmet gibi kullanıldıkları bilinmektedir. Hun (Hiung-nu) İmparatorluğu'nda tuğ ve bayrak bulunduğu bilinmekle beraber bu hususta açık ve ayrıntılı bilgi yoktur. Bunlarda, daha eski bir kültür bakiyesi olan tuğun hâkimiyet timsali olarak daha önde geldiği, fakat Çinliler'de olduğu gibi ipekten bayraklar da kullanıldığı tahmin edilebilir. Ancak Batı Hunları'nın büyük hükümdarı Attila'nın üzerinde efsanevî bir kuşun resmi bulunan bir bayrağının bulunduğu eski bir hıristiyan kaynağında zikredilmektedir. Tu-Kiular devrine ait Çin kaynaklarında bu devir bayrakları hakkında epeyce bilgiye rastlanmaktadır. Çin seyyahı Hiuen-Tsang, Tu-Kiu Hükümdarı Şehu Kagon'ın bir tür askerî manevra mahiyetindeki bir av eğlencesinde askerlerin bayraklar taşıdığını görmüştü. Firdevsî'nin iki defa, "Turanlılar'ın kurt başlı bayrağı"ndan söz etmesi de (Şehnâme, IV, 382, 482) Çin kaynaklarını doğrulamaktadır. Tu-Kiular'da ayrıca bir bayrak kültü bulunduğu anlaşılmakla birlikte bu konuda fazla bir şey bilinmemektedir.

Çin kaynakları Kırgızlar'ın bayrakları olduğunu ve renginin de kırmızı olabileceğini ifade ederken Ebû Dülef el-Yenbuî X. yüzyıl başında Kırgızlar'ın yeşil renkli bayrakları bulunduğunu belirtmektedir. XX. yüzyılda Doğu Türkistan'da yapılan keşifler Uygurlar zamanına ait bayraklar hakkında bazı bilgiler vermektedir. A. von Le Coq'ın yayımladığı atlasta bazı bayrak örneklerine tesadüf edilmektedir. Tuna Bulgarları'nın ikinci imparatorluk devrinde sikkeler üzerinde kumaştan yapılmış bayrak resimlerine rastlanır. Peçenekler'in çeşitli renkte bayraklar kullandıkları da bilinmektedir. İslâm coğrafyacılarından İbn Rüste Hazarlar'ın bayraklarından, Ebû Dülef de Dokuz Oğuzlar'ın siyah renkli bayraklarından söz etmektedirler. Renk belirtilmemekle beraber Kıpçak Bâbürleri'nin de bayrakları bulunduğunu Moğol devri İslâm tarihçilerinden öğreniyoruz. Daha önce batıya doğru ilerleyerek Ruslar'la savaşa girişen bir kısım Kıpçak-Kumanlar'ın kırmızı ve beyaz bayrakları olduğu ünlü İgor Destanı'ndan anlaşılmaktadır. Firdevsî'nin Şehnâme'si ile Esedî'nin Gerşâspnâme'si gibi İran kahramanlık edebiyatı eserlerinde İran-Turan mücadelelerinden söz edilirken tasvir edilen çeşitli renklerdeki Türk bayraklarının hayalî olup olmadıklarını söylemek çok güçtür.

İslâmiyet'ten Sonra. İslâmiyet'ten önce de bayrak kullanan Arap kabilelerinde bu âdet Hz. Peygamber ve ilk halifeler devrinden başlayarak daha da kuvvetlenmiştir.

Hz. Peygamber'in ilk defa hicret sırasında Medine'ye girerken bayrak (livâ) kullandığı bilinmektedir. Rivayet edildiğine göre hicret kafilesi Medine'ye yaklaştığında Büreyde b. Husayb el-Eslemî Resûlullah'a, "Medine'ye yanında bir livâ olmadan girme" demiş ve sarığını çözerek bir mızrağa bağlayıp kafilenin önünde yürüyerek Medine'ye girmişti (Ebü'ş-Şeyh, s. 212). Hz. Peygamber, daha sonra ilk defa hicretin yedinci ayında Hz. Hamza'nın kumandasında Sîfülbahr'e, sekizinci ayında da Ubeyde b. Hâris b. Abdülmuttalib kumandasında Seniyyetülmere'ye gönderdiği seriyyelere birer bayrak vermişti (İbn Hişâm, II, 591, 595-596; Vâkıdî, I, 9-10; İbn Sa'd, II, 6-7). Gerek bu iki seriyyede gerekse daha sonraki gazve ve seriyyelerde kullanılan bayraklarla ilgili olarak klasik kaynaklarda aynı mânada olmak üzere livâ ve râye kelimeleri kullanılmıştır. Ancak Hayber Savaşı'na kadar yalnız livâ bulunduğu, bu savaşta ise hem livâ hem râyeler taşındığı (İbn Sa'd, II, 106), Resûlullah'ın râyesinin siyah, livâsının ise beyaz olduğu (Müsned, IV, 297; Tirmizî, "Cihâd", 10) şeklindeki rivayetlerden hareketle bazı âlimlerce râye ile livâ arasında bir fark bulunduğu ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber zamanında kullanılan bayrakların beyaz, sarı, siyah, kırmızı vb. renklerde olduğu, ukāb adlı siyah râyesinin Hz. Âişe'nin kaftanının yünlü kumaşından yapıldığı da kaynaklarda kaydedilmektedir (geniş bilgi için bk. Kettânî, II, 77-84; Hamîdullah, s. 273-288).

Emevîler ve Abbâsîler zamanında çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanılmıştır. Ukāb, sihhâb, zill, livâülhamd gibi özel isimler taşıyan bayrakların yanı sıra genel olarak livâ, alem, râye, ısâbe, şatfe, tarrâde, mitrad, alâme, bend, ukde gibi mânaca birbirinden biraz farklı veya eş anlamlı kelimeler, çeşitli yer ve zamanlarda değişik bayrakları ifade etmektedir. Hükümdar, veliaht, kumandanlar ve donanma için ayrı ayrı bayrakların yanında seyyidlerin, esnaf kuruluşlarının ve tarikatların teşekkülünden sonra her tarikatın ayrı bayrakları da ortaya çıkmıştır. Daha ilk halifelerden başlayarak vali ve kumandanlara merasimle bayrak teslimi yapıldığı bilinmektedir. Emevîler'in beyaz bayraklarına karşılık Abbâsî halifeleri, kendilerini halife olarak tanıyan İslâm devletlerinin reislerine diğer hâkimiyet alâmetleri arasında siyah bayrak da gönderiyorlardı. Gerek Emevîler gerekse Abbâsîler devrinde merkezî idareye isyan edenler ayrı ve zıt renklerde bayraklar kullandıkları için bunlar renklerine göre müsevvide, mübeyyize, sürh-alem diye de adlandırılmışlardır.

Dinî âyinlerde bayrak kullanılması, tekke ve türbelere hususi bayraklar asılması da âdet olmuştu. "Bayrak kaldırmak", cenge hazırlanmak ve isyan mânasına geldiği gibi beyaz bayrak da teslim alâmeti olarak kullanılmaya başlandı.

Türkler İslâmiyet'i kabul ettikten sonra Abbâsîler ve Sâmânîler gibi düzenli teşkilâtı olan ve hâkimiyet sembolleri de bulunan devletlerle karşılaştılar ve bundan etkilendiler. Aşağıda kronolojik olarak müslüman devletlerindeki bayraklardan bahsedilecektir.

Tolunoğulları ve Gazneliler. İlk müslüman Türk sülâlesi Tolunoğulları'nın türlü renklerde bayraklar kullandıkları Ya'kūbî'den öğrenilmektedir. Sâmânîler'in hizmetindeki Türk köleler tarafından kurulan Gazneliler'de hem Abbâsî-Sâmânî hem de Sâsânî-Eftalit geleneklerinin tesiriyle bayrağın büyük önemi vardı. Hânedana mahsus resmî bayrak yanında prenslere, kumandanlara ve valilere diğer hâkimiyet alâmetleriyle birlikte bayrak da veriliyordu. Saraydan âzat edilmiş gulâmlardan (köle) meydana gelen kıtaların bayraklarında arslan alâmeti bulunuyordu. Edebî kaynaklardan, Gazneliler'in bayraklarında ay ve hümâ şekilleri bulunduğu anlaşılıyorsa da bu hususta fazla bilgi yoktur. Gazneliler'de gerek çeşitli hâkimiyet alâmetlerinin siyah renkli olması, gerekse Mahmûd ile oğulları Muhammed ve Mes'ûd'un saltanatlarında siyah renkte bayrak kullanmaları bu rengin hânedana mahsus olduğunu açıkça göstermektedir. Kumandanlara ise kırmızı renkli kumaştan bayraklar verilmesi, diğer İslâm ve Türk devletlerindeki resmî bayraktan başka bayraklarda ayrı renkler kullanılması âdeti göz önünde tutularak tabii karşılanabilir. Kazimirsky'nin Sâmânîler ve Gazneliler devrinde madenî bayraklar kullanıldığını söylemesi, Menûçihrî'nin bir kasidesini yanlış anlamasından ileri gelmiştir. Gazneliler'in bayraklarında siyah rengi kullanmaları, bunların kendilerini halifenin meşrû mümessili olarak göstermek istemelerinden dolayıdır. Bu devre ait tarihî ve edebî kaynaklarda bayrak mânasına gelen Türkçe kelimelerden muncuk da kullanılmıştır. Bayraklarda yer alan arslan, hümâ ve ay şekillerinin ise eski Türk geleneklerine dayanan motifler olduğu söylenebilir.

Karahanlılar. Sadece Türkler'in oturduğu sahalarda kurulmuş ilk müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti'ndeki bayraklar hakkında fazla bilgi yoktur. Bunların tuğ kullandıklarını ve bu tuğların sayısının, sahibinin kudret ve önemine göre değişmekle birlikte Türkler'in mukaddes sayısı olan dokuzdan fazla olmayıp bu sayının da büyük hana mahsus olduğu bilinmektedir. Hükümdar bayraklarının al denilen turuncu kumaştan yapıldığı Dîvânü lugāti't-Türk'te kaydedilmektedir. Burada "turuncu" diye açıklanan al kelimesi bugün aynı kelimenin ifade ettiği açık kırmızı renktir. Karahanlılar ailesinden Semerkant ve civarına hâkim olan Ali Tegin'in kırmızı bayrağı bulunduğu, Karahanlılar'da da tıpkı Gazneliler'deki gibi bayraktarlığın önemli bir memuriyet olduğu çağdaş kaynaklardan öğrenilmektedir. Eski Tu-Kiu ve Uygur Devleti geleneklerini İslâm medeniyeti kadrosu içinde sürdüren Karahanlılar'ın tuğ ve bayrak gibi hâkimiyet alâmetlerini muhafaza etmeleri tabiidir. Kırmızı renk hükümdarın ve hânedanın bayrak ve çetrlerine mahsus olmakla birlikte başka renkte bayrakların kullanıldığı da tahmin edilebilir.

Selçuklular. Henüz Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce çeşitli kabilelerin başlarında bulunan reislerin özel alâmetleri yani bayrakları olduğu, bu devri çok iyi bilen tarihçi Beyhakī'deki iki mühim fıkradan anlaşılmaktadır. Önceleri Seyhun kenarlarında, daha sonra Buhara civarında ve Horasan'da yaşayan bu Oğuz kabileleri, Karahanlılar ve Gazneliler gibi İslâm devletleriyle sıkı münasebetlerde bulunmalarına rağmen, Oğuz törelerine sadık kalarak eski kabile bayraklarını muhafaza etmişlerdir. Horasan ve İran'da Selçuklu Devleti'nin kurulmasından ve Abbâsî halifelerinin Tuğrul Bey'in fiilî hâkimiyetine girmesinden sonra Abbâsî-Gaznevî örnekleri aynen alındı. Buna rağmen Selçuklular eski kabile geleneklerinden kurtulamadılar. Bu bakımdan ilk Selçuklu bayraklarının üstünde ok ve yay alâmetinin bulunduğu tahmin edilebilir. Fakat Tuğrul Bey'den başlayarak Abbâsîler'den diğer hâkimiyet alâmetleriyle birlikte siyah bayraklar alan Selçuklular'da çeşitli bayrak ve sancakların kullanıldığı bilinmektedir. Malazgirt Muharebesi'nde Alparslan'ın üzerinde kelime-i şehâdet yazılı büyük bir sancağı vardı.

Büyük Selçuklu Devleti'nde türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldığı tabii olmakla beraber bu hususta şimdilik fazla bilgi yoktur. Yalnız şair Ezrakī, Doğan Şah hakkındaki bir kasidesinde ordu bayraklarının kırmızı renkte olduğunu ima ettiği gibi tarihçi Ebû Bekir er-Râvendî de Irak Selçuklu Hükümdarı Arslan b. Tuğrul'un ordusundaki kırmızı ipek bayraklardan bahsetmektedir. Fakat bu kırmızı bayraklar hükümdarın resmî sancağı değil daha ziyade askerî kıtaların bayrakları olduğundan hükümdar bayrağının rengi bilinmemektedir. Ancak ilk Selçuklu reislerinin siyah alâmet taşıdıkları göz önünde tutulursa Abbâsîler'e mânevî bağlılıklarını göstermek, bu şekilde bütün İslâm dünyası üzerinde meşrû ve siyasî bir hâkimiyet iddia etmek için Selçuklu hükümdarlarının da siyah rengi kullandıkları öne sürülebilir. Enverî, Ezrakī ve Zahîr-i Fâryâbî gibi bu devir şairlerinin manzumelerinden bayrakların üzerinde ay, ejderha, arslan, pelenk ve hümâ gibi şekillerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bayraktarlık (emîr-i alemlik) Selçuklu teşkilâtında önemli bir memuriyetti.

Anadolu Selçukluları. Bunlarda da daha ilk devirlerden başlayarak bayrağın hukukî bir sembol olarak önemi büyüktü. İlk Haçlı seferinde İznik Bizanslılar'a teslim edilirken kale burcundan indirilen Selçuklu bayrağının şekli ve rengi hakkında vekāyi'nâmelerde bilgi yoktur. Kaynaklardan, hükümdarın resmî sancağından başka ordudaki bayrakların sarı ve kırmızı renklerde olduğu anlaşılmaktadır. İbn Bîbî Kâhta'nın fethinden bahsederken buraya dikilen sancağın siyah renkte olduğunu söylemekte ve eserinde muncuk, perçem, bayrak kelimelerini sık sık kullanmakta, hükümdarın resmî siyah bayrağı için "sancak, sancak-ı sultânî" gibi tabirlere yer vermesi dikkati çekmektedir. Ölen sultanların çetr ve sancaklarının hürmet alâmeti olarak türbelerine konulması da bir âdetti.

Anadolu Selçukluları'nın ordularında kullanılan bayraklar üzerinde daha önceki Türk devletlerinde de görüldüğü gibi birtakım şekil ve resimler bulunuyordu. Eldeki bazı bilgiler, bu devirde üzerine ejderha resmi nakşedilmiş ipek bayraklar bulunduğunu açıkça göstermektedir. Hayrullah Efendi'nin, Anadolu Selçukluları'nın Moğollar'ı taklit ederek bayraklarında beyaz rengi kabul ettiklerini yazması hiçbir vesikaya dayanmamaktadır. Büyük Selçuklular'da olduğu gibi Anadolu Selçukluları'nda da Abbâsîler'e bağlılık alâmeti olarak siyah renkli bayrağın kullanıldığı söylenebilir.

Hârizmşahlar. Büyük Selçuklular'ın bir başka uzantısı olan Hârizmşahlar'da da bayrağın büyük önemi vardı. Bunlarda da hükümdar, veliaht ve hânedan âzasından başka çeşitli emîr ve reislerle askerî kıtaların da özel bayrakları vardı. Tabiatıyla bu bayraklar çeşitli renk ve şekillerde olmakla beraber imparatorluğun resmî bayrağı, Celâleddin Hârizmşah'ın tarihçisi Nesevî'nin bir kaydından anlaşıldığına göre siyah idi. Daha sonraki devirlerde yapılmış bir İran minyatüründe Hârizmşahlar'ın bayrağının sarı olarak gösterilmesi bu hükmü bozmaz. Rıza Nur'un Celâleddin Hârizmşah'ın bayrağını koyu kırmızı olarak göstermesi de bir kaynağa dayanmadığı için doğru olamaz. Edebî vesikalardan Hârizmşahlar'ın çetrlerinin siyah renkte olduğu anlaşılmaktadır ki bu da siyah rengin devletçe resmî renk olarak kabul edildiğini gösterir. Özellikle Sultan Sencer'in ölümünden sonra kendilerini Büyük Selçuklu Devleti'nin meşrû vârisi olarak telakki eden Hârizmşahlar için bunu tabii karşılamak gerekir. Bayraktarlık vazifesi bunlarda da önemli bir memuriyetti.

Atabegler. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasından sonra ortaya çıkan ve Atabegler adını alan çeşitli Türk devletlerindeki bayraklar hakkında pek az bilgi vardır. İbnü'l-Esîr, ilk defa Seyfeddin Gazi b. Zengî'nin başında sancak gezdirmeye cüret ettiğini yazar. Bağımsız bir devlet reisi sıfatını taşıyan Atabegler'in hükümdar sancaklarının rengi hakkında şimdiye kadar herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Sikkelerinde Salur (Salgur) boyunun damgası bulunan Fars Atabegleri'nden Sa'd b. Zengî'nin kasidecilerinden Mecd-i Hemger'in bir manzumesinde onun siyah renkli bayrağı olduğundan bahsedilmektedir. Onların da Hârizmşahlar gibi kendilerini Büyük Selçuklu Devleti'nin meşrû vârisi saydıkları kolaylıkla söylenebilir.

Eyyûbîler. Musul Atabegliği'nin bir uzantısı olan ve o devir tarihçileri ve şairleri tarafından bir Türk devleti diye adlandırılan Eyyûbîler Devleti'nin müesseseleri Fâtımî ve Selçuk geleneklerinin tesiri altında meydana gelmişti. Yâfiî, Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin saltanat sancağından bahsettiği gibi diğer çağdaş kaynaklar da Kudüs fethinde orduda sarı bayraklar bulunduğundan söz ederler. Hükümdara mahsus sancağın rengi de sarı idi. Eyyûbî ordularında sarı ve kırmızı bayraklar olduğu da bilinmektedir. Sarı renkte çetrler de kullanan Eyyûbîler'in sarı rengi seçmelerinde Fâtımî geleneğinin tesiri vardır. Esasen Mısır ve hatta Suriye halkı da imparatorluk rengi olarak bunu tanıyordu.

Memlük Devleti. Çeşitli sebeplerle yıkılmaya yüz tutan feodal Eyyûbî Devleti'nin, Türk memlükleri arasından yetişen kudretli şahsiyetler tarafından merkezî bir idareye kavuşturulmasından başka bir şey olmayan Mısır-Suriye Memlük Devleti devrindeki bayraklar hakkında oldukça geniş bilgi mevcuttur. Bu devlette diğer hâkimiyet timsalleri arasında bayrağın da önemli bir yeri vardı. Sultana ait resmî sancaklara "senâcık-ı sultâniyye", sultanın bulunduğu yere dikilen sarı ipekten sancağa Arapça ısâbe adı verilirdi. Bu bayrak elmaslar ve diğer kıymetli taşlarla süslenirdi. Kalkaşendî'nin yazdığına göre hükümdarların, tepesinde at kılından perçemi bulunan diğer büyük bir bayrağı daha olup buna da calış (tuğ) denilirdi. Calış bir sefer başlangıcında savaş alanının bir timsali olarak meydana çıkarılırdı.

Saltanata mahsus diğer bayraklar ise sancak adıyla da anılır ve Kahire'de özel bir yerde saklanırdı. Hükümdara mahsus sancağın üstüne altın sırma ile ismi ve lakapları işlenirdi. Meselâ Baybars devrinde onun alâmeti arslan (veya bars) resmine sikkelerde olduğu gibi bayraklar üzerinde de rastlanırdı.

Bayrakların askerî olaylarda büyük bir önemi vardı. Sultanın önünde onun özel sancağını taşıyan memura sancaktar denilirdi. Memlük sultanlarının resmî renkleri Eyyûbîler'de olduğu gibi sarı idi. XIV. yüzyılda yaşamış bir İspanyol Fransisken rahibinin seyahatnâmesinde, Şam şehrinin bayrağı olarak sarı zemin üzerine beyaz hilâl nakşedilmiş bir bayrak resmi ile, İskenderiye şehri üzerinde sarı zemin ortasında siyah bir daire içinde bir arslan resmi bulunan diğer bir bayrağa tesadüf edilmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki eski bir İspanyol haritasında Memlük bayrağı olarak üstünde kırmızı hilâl bulunan altın sarı renginde bir sancak resmi bulunmaktadır. Tarihî kaynaklarda ise bu hususta bir kayda rastlanmaz.

Anadolu Beylikleri. XIII. yüzyılın ikinci yarısında yavaş yavaş müstakil birer küçük devlet mahiyetinde teşekküle başlayan beyliklerin kendilerine mahsus bayraklar kullanmaları pek tabii ise de bu hususta kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Yalnız Aydınoğulları'ndan Gazi Umur Bey'in gemisinde yeşil sancak bulunduğu Düstûrnâme-i Enverî'de kaydedilmektedir. Kıbrıs Krallığı tarihine ait hıristiyan kaynaklarında Tekeoğulları'nın, Alâiye ve Manavgat beylerinin de ayrı ayrı bayrakları olduğundan bahsedilmektedir. Menteşeoğulları'ndan Ahmed Gazi'nin Beçin'deki bir kitâbesinde elinde bayrak tutan bir arslan resmi mevcut olduğu gibi Ahmed Gazi'nin ismi de yazılıdır. Anadolu beylikleri bayraklarının genellikle Memlükler, Anadolu Selçukluları ve İlhanlılar'da tesadüf edilen bayraklardan pek farklı olmadığı tahmin edilebilir. Topkapı Sarayı'ndaki İspanyol haritasında, Candaroğulları'na ait Sinop üzerindeki bayrak, kırmızı zemin üzerinde sola doğru açılmış bir altın sarısı ay taşımaktadır. İspanyol Fransisken rahibinin yukarıda sözü edilen eserinde Antalya'daki Tekeoğulları'na ait iki bayrak, beyaz zemin üzerinde zikzaklı koyuca çizgileri ve mühr-i Süleyman şeklini ihtiva etmektedir. Yine aynı yerde Anadolu beyliklerine ait dört bayrağın zeminlerinin yarısı sarı, yarısı beyaz olup üzerlerinde kırmızı renkte çeşitli şekiller vardır. Bu bayrakların kimlere ait olduğu ise açıklanmamıştır.

Delhi Türk Sultanlığı. Gurlular'a tâbi bir eyalet iken Kutbüddin Aybeg'den başlayarak bağımsız bir devlet olan ve bir imparatorluk halinde gelişen Delhi Türk Sultanlığı başlangıçta hâkimiyet sembollerini Gurlular'dan almıştı. Ancak Gurlular'ın da Gazneli ve Selçuklu müesseselerini taklit ettiklerini göz önünde tutarak Aybeg'den itibaren Halacîler ve Tuğluklular gibi çeşitli Türk sülâleleri tarafından sürdürülen Delhi Sultanlığı'nda Türk geleneklerinin kuvvetli tesirleri de göze çarpar. Ṭabaḳāt-ı Nâṣırî müellifinin verdiği bilgiye göre Gurlular'dan Muizzüddin Muhammed b. Sâm zamanında Gurlular'ın siyah ve la'l (parlak al) olan bayraklarının Aybeg ile başlayan devrede de devam ettiği, İltutmış ve Nâsırüddin Mahmûd devirlerine ait kayıtlardan anlaşılıyor. Tuğluklular zamanında da bunun değişmediği Hüsrev-i Dihlevî'nin Tuġluḳnâme'sinden öğrenilmektedir. Tuğluklular devrinde hükümdara mahsus sancaklara tavus tüyleri takılıyordu. Sancaklar üzerinde diğer Türk devletlerinde olduğu gibi birtakım resimler ve şekiller olduğu, ancak Fîrûz Şah zamanında kısa bir süre bu resimlerin bayraklardan kaldırıldığı bilinmektedir. Bunların çetrlerinde de la'l ve siyah renkler kullanılıyordu.

Moğol Devletleri. Moğolistan'da daha II. asırda eski Türk-Moğol ve kısmen de Çin medeniyeti tesiri altında yaşayan siyasî teşekküllerde, eski Türkler'de olduğu gibi yak kuyruğundan yapılmış bayrak (tuğ) kullanmak âdeti vardı. Paganizm telakkilerine göre bu bayrakta koruyucu ruh bulunurdu. Cengiz devri için en önemli kaynaklardan biri olan Yuan-C'ao pi-şe'ye göre Cengiz Han'ın sancağı dokuz kuyruklu beyaz tuğ idi. Bilindiği gibi dokuz sayısı hem Türk hem de Moğollar'da kutsaldır.

Pelliot, Çinli Mong-Hong'un bahsettiği dokuz kuyruklu ve beyaz zemin üzerinde bir siyah hilâl şekli bulunan sancağın Cengiz'e değil Mukali'ye ait olduğunu iddia ederse de hilâl alâmetine diğer Moğol kollarına ait bayraklarda da rastlanır. Nitekim Altın Orda İmparatorluğu'nun merkezi olan Saray şehrinde hükümdarın ikametgâhı üzerinde bulunan altın hilâl bunların bayrakları hakkındaki bilgileri doğrulamaktadır. Gerek yukarıda sözü edilen Fransisken rahibinin kitabında, gerekse adı geçen İspanyol haritasında Altın Orda bayrağı beyaz zemin üzerinde bir kırmızı hilâl şeklinde gösterilmiştir. Kıpçak sikkelerinde de hilâl ve damgaya tesadüf edilmesi, beyaz rengin ve hilâl şeklinin bütün Moğol devletlerindeki önemini ve ortak mahiyetini gösterir. İlhanlılar devrinde kullanılan bayraklar hakkında çeşitli tarihî ve edebî kaynakların verdiği bilgiler, bunların da Cengiz geleneğini takip ederek hükümdara mahsus sancaklarda beyaz rengi kullandıklarını doğrular. Orduda ise sarı, kırmızı ve diğer renklerde türlü bayraklar bulunurdu. Meselâ Hâfız-ı Ebrû'daki bir kayda göre Emîr Ahmed Halac'ın bayrağı kırmızı idi. İlhanlılar bayraklar üzerinde ejderha, arslan, karakuş gibi çeşitli resimler kullanmakla bir taraftan eski Türk-Moğol geleneklerinin, diğer taraftan Gazneliler ve Selçuklular devrinden beri İran'da hâkim olan yerli geleneklerin tesirinde kalmışlardı. Fransisken rahibinin kitabında İran bayrağı olarak gösterilen, sarı zemin ortasında dört köşe bir kırmızı damga bulunan bayrak İlhanlılar'a ait olmalıdır. İlhanlılar'a tâbi yarı müstakil mahallî hânedanların da özel bayrakları olduğu bilinmekle beraber bunların renkleri ve diğer özellikleri hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak Cengizîler'e mensup birtakım devletlerin ve Celâyirliler'in beyaz bayrak kullandıkları söylenebilir. Çağdaş kaynaklar Özbek Hanı Ubeyd Han'ın beyaz bayrağı olduğundan bahsederler.

Timurlular. Kendisini Cengiz İmparatorluğu'nun meşrû vârisi sayan Timur hâkimiyet alâmetlerinde tamamen Moğol geleneğini takip etti. Hükümdara mahsus beyaz bayrağından başka ordusunda sarı, kırmızı ve mor bayraklar kullandığı tarihî kaynaklardan öğrenilmektedir. Timur'un torunu Muhammed Mirza, Anadolu seferinde maiyetindeki kıtaları ayrı ayrı renklerde elbise ve bayraklarla teçhiz etmişti. Tepelerinde madenî hilâller bulunan bayrakların üzerinde türlü türlü şekiller mevcut olduğu bu devre ait minyatürlerden ve tarihî kaynaklardan anlaşılmaktadır. Timur devrinde bayrakların üzerine birtakım damgaların işlenmiş olduğu kuvvetle tahmin edilebilir. Nitekim Altın Orda'da ve daha sonra Kırım Hanlığı'nda da bayraklar üzerine damga konulduğu bilinmektedir. Timur'un çocukları ve torunları tarafından idare edilen siyasî teşekküllerdeki bayrakların da Timur devrindekilerden farksız olduğu söylenebilir. Timur devrinin en önemli kaynaklarından biri olan Yezdî'nin Ẓafernâme'sini yanlış anlayan Hammer'in Timur devri bayrakları hakkında verdiği bilgilere güvenilemez.

Hindistan'daki Timurlular Devleti'nin büyük kurucusu Bâbür'ün ordusunda diğer Timurlular'da olduğu gibi sarı ve kırmızı bayraklar kullanıldığı biliniyorsa da asıl hükümdar sancağının rengi hakkında bilgi yoktur.

Karakoyunlular. Baranlı aşiretine mensup bir sülâle tarafından kurulan bu devlet Celâyirliler'in müesseselerini taklit etmiştir. Ancak aşiret geleneklerini de korumuş olan bu Türkmen devletinin bayrakları hakkında elde yeterli belge yoktur. Yalnız bunların bayraklarında Karakoyunlu aşiretler birliğinin bir alâmeti olarak karakoyun resimleri bulunduğu rivayet edilir. Hükümdar bayrağının, beyaz zemin üzerine nakşedilmiş bir karakoyun resmiyle belki de hükümdarın isim ve damgasını taşıdığı tahmin edilebilir.

Akkoyunlular. Oğuzlar'ın Bayındır boyuna mensup bir sülâle tarafından kurulan bu devlet, kısmen aşiret geleneğini korumakla beraber Celâyirliler ve Timurlular'ın müesseselerini aynen aldıkları için bu devir bayraklarında da aynı tesirlerin bulunması tabiidir. Tarihî kaynaklarda Akkoyunlu hânedanına ait sancağın beyaz renkli olduğu açıkça belirtildiği gibi bunun üzerinde akkoyun resmi bulunan bayraklar kullandıkları da açıklanır. Akkoyunlular'da ayrıca Bayındır damgasını taşıyan türlü renklerde bayraklar da vardı. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan bir bayrağın üzerinde Hasan Bahadır ismi bulunmaktadır. Sikkelerinde Bayındır damgasını kullanan bu devletin aynı damgayı bayrakları üzerinde de kullanması pek tabiidir.

İran Türk Sülâleleri. Şah İsmâil tarafından kurulan Safevîler Devleti zamanındaki bayraklar hakkındaki bilgi pek azdır. Peygamber sülâlesinden olduğunu iddia eden ve İsnâaşeriyye Şiîliği'ni resmî mezhep olarak kabul eden bu Türk hükümdarının zamanına ait Kāsımî'nin Şehnâme'sinde olduğu gibi çeşitli edebî eserlerde onun yeşil renkli bayraklarından bahsedilir. Şah İsmâil'in o zamanki Yakındoğu'da Hz. Peygamber ailesinin şiârı sayılan bu rengi seçmesi tabiidir. Ünlü seyyah Chardin, Safevîler devrinde üzerinde Kur'an âyetleri ve Şiî mezhebine ait bazı yazılar bulunan ensiz bayraklardan söz ederken bayraklar üzerindeki şekillerden yalnız Hz. Ali'nin iki uçlu zülfikarını zikretmektedir.

XVIII. yüzyıl başında Avşarlar devrinde, sülâlenin kurucusu Nâdir Şah'tan başlayarak ne renk ve şekillerde bayraklar kullanıldığı da belli değildir. Ancak kendisini Nâdir Şah'ın meşrû halefi sayan Ali Şah'ın ordusuna ait beyaz bayrağın Avşar sülâlesinin resmî bayrağı olduğu söylenebilir. Safevîler'in dinî riyâsetine muhalif bir siyaset takip eden Nâdir Şah'ın onların yeşil rengini beyaza çevirmiş olması da normal karşılanabilir. Safevî bayraklarında olduğu gibi Avşar bayraklarının tepelerinde de madenî hilâl şekilleri bulunduğu edebî eserlerden anlaşılmaktadır.

Kaçar kabilesine mensup Ağa Muhammed Şah tarafından kurulan Kaçarlar sülâlesi zamanında İran'da çok çeşitli bayraklar kullanılmıştır. Malcolm ve Dubeux'nün verdikleri bilgilerden, Feth Ali Şah devrinden itibaren bayraklar üzerinde zülfikar, arslan ve güneş şekillerinin resmî bir alâmet olarak kullanıldığı ve Nâsırüddin Şah zamanında ise zülfikarın arslanın eline verilmesi suretiyle bu timsalin kesin bir şekil aldığı bilinmektedir. Kaçarlar, Osmanlı Devleti'ndeki yenileşme hareketlerini taklit ederek meydana getirdikleri yeni usul askerî kıtalarda arslan ve güneşli bayraklar kullanmışlardır. XIX. yüzyıl başlarına ait bir albümden ve Dictionnaire de Marine'den (Paris 1820) öğrenildiğine göre sarı zemin üzerine üçgen şeklinde konulmuş üç hilâlden oluşan İran bayrağı, XX. yüzyılın hemen başlarında şahların da özel bayrağı olmuştur.

Osmanlı Devleti. XV. yüzyılın ilk yarısından sonra çeşitli kaynaklarla Türk ve Avrupa müzelerinde saklanan Osmanlı bayrakları sayesinde Türkler'in Ortaçağ'da kurdukları en önemli ve devamlı siyasî teşekkül olan Osmanlı Devleti'nin bayrakları hakkında oldukça geniş bilgilere sahibiz. XVI-XIX. yüzyıllar arasında yazılmış sefâretnâme ve seyahatnâmelerle bu devirden kalmış tablo ve gravürler de bu hususta tamamlayıcı bilgiler vermektedir. Bundan dolayı Marsigli, d'Ohsson ve Hammer gibi yazar ve tarihçiler ve Mısırlı Yâkub Artin Paşa'dan başlayarak çeşitli müellifler, Osmanlı bayrağının rengi ve üzerinde taşıdığı alâmetler ve çeşitli devirlere ait bayraklar hakkında makaleler ve monografiler yazmışlardır. Ancak Osmanlılar'dan önceki İslâm ve Türk bayrakları ve bu konu ile ilgili olarak diğer hâkimiyet sembolleri hakkında sağlam bir bilgiye dayanmadan tenkitsiz bir tarzda yazılan bu araştırmalarda birçok yanlış hükümler bulunmaktadır. Dolayısıyla bu çeşit neşriyattan sadece malzeme bakımından faydalanılabilir.

İlk Osmanlı padişahlarının bayrakları hakkındaki bilgiler sonraki tarihî kaynaklara dayanmaktadır. "Elviye-i sultâniyye" denilen Osmanlı saltanat sancaklarının sayısı başlangıçta dört iken XVI. yüzyılda yediye çıkmıştır. Bunlardan biri beyaz, ikisi kırmızı, biri yeşil, ikisi yeşil-kırmızı, biri de sarı-kırmızıdan oluşmuş alaca renkli idi (Selânikî, II, 612). Fakat ak alem denilen beyaz sancak esas saltanat sancağıydı ve rivayete göre Konya'daki Selçuklu hükümdarı tarafından Osman Gazi'ye hâkimiyet alâmeti olarak gönderilmişti. Âşıkpaşazâde ve Neşrî bu bayrağın rengi hakkında bir şey söylemezler. Oruç Bey'in ileri sürdüğü rivayet ise inandırıcı değildir. Âşıkpaşazâde'nin bir kaydından, XV. yüzyılda Osmanlılar'ın kırmızı bayraklar da kullandıkları anlaşılmakta, Fâtih'in çağdaşı Tursun Bey'in ifadesinden de Osmanlı donanması ve azeb kıtalarında kırmızı, yeniçeri kıtalarında beyaz bayraklar kullanıldığı öğrenilmektedir.

Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılar da hükümdara mahsus sancağın dışında çeşitli yerlerde türlü renklerde bayraklar kullanmışlardır. Bu bayrakların üzerinde muhtelif şekiller ve yazılar yer almıştır. Yeniçerilerin, adına İmâm-ı Âzam bayrağı da denilen ve ocağın Sünnîliğine işaret olan beyaz bayrağını, ocağın pîri ve hâmisi olan Hacı Bektâş-ı Velî'nin Şiîlik temayüllerine dayandıran Yâkub Artin'in mülâhazası asla kabul edilemez. Bu renk doğrudan doğruya Cengiz İmparatorluğu'nun resmî renginden gelmiş olup Anadolu'daki Moğol hâkimiyetinin tesiriyle Osmanlılar'ca da kabul edilmiştir. Yâkub Artin'in, millî renk olarak siyahı kabul eden Türkler'in Bizans sınırlarına yaklaştıkça kırmızı ve sarı renkleri kabul etmelerini Bizans tesirine bağlaması da çok yersizdir. Zira yukarıda da belirtildiği üzere siyah renk Selçuklular'ın ve özellikle Anadolu Selçukluları'nın resmî rengi olduğu gibi sarı renk de Osmanlılar'a Memlükler'den geçmiştir.

Osmanlılar devrinde padişaha mahsus bayrağın II. Mehmed döneminde ak olup II. Bayezid, I. Selim ve Kanûnî devirlerinde de aynı kaldığını çeşitli kaynaklar nakletmektedir. İlhanlılar devrinden beri Anadolu'da imparatorluk rengi olarak kullanılan ak sancağın en azından Yıldırım Bayezid'den beri kullanıldığı tahmin edilebilir. Daha sonraki yüzyıllarda, Hz. Peygamber'e ait olan, sonraları Osmanlılar'a geçtiği iddia edilen sancak-ı şerif de büyük önem kazanmıştı. Yeniçerilerin ak bayrağı ile süvari ocaklarının alaca, kızıl ve sarı bayraklarının sayısı, Selânikî Mustafa Efendi'nin ifadesinden anlaşıldığına göre, Kanûnî'nin ilk zamanlarında imparatorluğun gelişmesi neticesinde yeşil ve siyah renklerin de ilâvesiyle yediye çıkarılmıştı. Şair Taşlıcalı Yahyâ Bey'in kayıtları da bunu kuvvetlendirmektedir. Macaristan seferine çıkan orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrâhim Paşa'ya verilen sancaklarda bütün bu renklerin hükümdarın hassa kuvvetine mahsus sancaklarda kullanıldığını göstermektedir. XVI. yüzyıl şairlerinden Hayâlî, Sûzî, Çamçak Mehmed Çelebi'nin şiirlerinden beylerbeyilerin ve sancak beylerinin kırmızı sancak taşıdıkları anlaşılmaktadır. Osmanlı hükümdarlarının ak sancak yanında kızıl sancak da kullandıklarını, I. Selim'in Mısır'ı fethettiği zaman otağının önüne ak ve kızıl iki sancak diktirdiğini İbn İyâs belirtmektedir. Çaldıran Muharebesi'nde de I. Selim'in kızıl ve beyaz olmak üzere iki saltanat sancağı bulunduğu bilinmektedir. Kırmızı saltanat sancağının belki I. Selim'den önce de kullanıldığı tahmin edilebilir.

Osmanlılar'da yeşil renkli sancağın Aydınoğlu Umur Bey'in gemisinde dinî mahiyette kullanılmış olmasından başlayarak cihad ve gazâ mefhumunu ifade etmek için Fâtih'in gemisinde, Çaldıran Muharebesi'nde ve Kanûnî devrinde Kapıkulu ocaklarında kullanılması, bu sancakların gazilere mahsus olduğunu ve daha çok denizciler tarafından kullanıldığını gösterir. Nitekim Barbaros'un bayrağının yeşil kumaştan yapılmış olması, İnebahtı Muharebesi'nde Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Paşa'nın gemisinde yeşil sancak bulunması, Piyale Paşa'nın bir Frenk seyyahının ifadesine göre kumandan bayrağının yeşil olması ve nihayet Evliya Çelebi'nin de belirttiği gibi Cezayir gemilerinin XVII. yüzyılda da yeşil sancak taşımaları yukarıda ileri sürülen fikirleri doğrular.

Osmanlı Devleti ordusunda olduğu gibi donanmasında da türlü türlü bayraklar kullanılmıştır. XV. yüzyılda daha çok kırmızı bayrak kullanıldığı halde XVI. yüzyılda kumandana mahsus bayrağın yeşil olduğu, çeşitli bölgelere mensup derya beyilerinin beyaz, kırmızı, sarı, sarı-kırmızı ufkî çizgili (alaca) bayraklar kullandıkları bilinmektedir. XVIII. yüzyılda da kaptan paşaların bayrağı yeşil idi. Bu sıralarda gemi sancaklarında yeşil rengin yanında en çok kırmızı renk kullanılıyordu. I. Mahmud'dan sonra donanmada en çok yeşil sancaklar kullanılmıştır. d'Ohsson'ın yazdığına göre bu yüzyıl sonunda Osmanlı ticaret gemileri de yeşil sancak kullanıyorlardı. Halbuki daha önceleri ticaret gemileri beyaz bayrak taşırlardı. Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa'nın teşebbüsü ile XVIII. yüzyıl sonunda gemi bayraklarında daha çok kırmızı renk kullanılmaya başlanmıştır. III. Selim orduya ve donanmaya ait bayraklar üzerindeki hilâle sekiz köşeli yıldızı da ilâve ettirdi. Hükümdara mahsus gemiye çekilecek kırmızı sancağın üzerinde III. Selim'in tuğrası da bulunuyordu. Böylece XVIII. yüzyıl sonunda çeşitli limanların ve ticaret gemilerinin hangi renklerde bayraklar taşıyacakları belirlenerek bayrak şekilleri ve renkleri oldukça muntazam bir usule bağlanmış oldu.

II. Mahmud devrinde daha önce III. Selim zamanında kabul edilmiş bayrak şekillerine uyuldu. Bu devirde kalelere ve hükümet binalarına çekilen resmî sancağın ay yıldızlı al sancak olduğu görülür. Yalnız yeniçeriliğin kaldırılması ile bunlar arasında çok yayılmış olan bayrak kelimesi de yasaklandı. Yerine sancak kelimesinin kullanılması için emirler verildi (Lutfî, I, 240). II. Mahmud tarafından Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şehâdet veya fetih âyetleri bulunan siyah bayraklar yaptırıldı. Siyah rengin tercihi, Hz. Peygamber'in ukāb adlı siyah bayrağının rengini taklitten ileri gelmiştir. II. Meşrutiyet'in ilânına kadar orduda, üzerlerinde âyetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını ihtiva eden sırma saçaklı türlü türlü alay sancakları kullanılmış olup bunların rengi genellikle kırmızı idi. II. Abdülhamid devrinde selâmlık resminde hilâfete mahsus bir bayrak kullanıldı. Bu bayrak, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz kılaptanla işlenmiş dört köşe bir çerçeve içerisinde bir tarafında Fetih sûresi, diğer tarafında ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilâlli bir sancaktı.

XIX. yüzyılın ilk yarısında, üzerinde hilâl ve yıldız işareti bulunan kırmızı (al) sancağın Osmanlı Devleti'nin millî bayrağı olduğu anlaşılmaktadır. Sultan Abdülmecid zamanındaki imparatorluk bayraklarını gösteren bir albümde görüldüğü gibi, Trablusgarp'a mahsus üç yıldızlı yeşil sancak müstesna olmak üzere, bütün bayraklar kırmızı renkte olup ortalarındaki çeşitli alâmetler de beyazdır. Bu padişahın son devirlerinde sekiz köşeli yıldız beş köşeli olarak değiştirilmiştir. Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak padişahlara mahsus bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte, sekiz şualı beyzî bir güneş içine alınması âdet oldu. Sonradan bu bayrağın kırmızı rengi vişne çürüğüne çevrildi ve bu saltanat sancağı saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.

Türkiye Cumhuriyeti. 1 Kasım 1922'de saltanatın ilgasından sonra halifeye mahsus olmak üzere, yeşil zemin ortasında sekiz şualı beyaz bir güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak da kaldırıldı. Ancak imparatorluk devrindeki millî bayrak muhafaza edildi. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet idaresinin kuruluşundan ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 22 Ekim 1925'te bir sancak tâlimatnâmesi yayımlanarak savaş ve ticaret gemileri hakkında belli esaslar kabul edildi. Bu tâlimatnâme, millî bayrağın şeklini kesin surette tesbit etmekle birlikte, daha çok donanmanın ihtiyaçlarına göre yapıldığından özel bir mahiyet taşıyordu. Bunun üzerine 2994 sayılı Türk bayrağı kanunu 29 Mayıs 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek 5 Haziran 1936'da Resmî Gazete'de yayımlandı. Bakanlar kurulu tarafından 28 Temmuz 1937'de kabul edilip 14 Eylül 1937'de yayımlanan 7175 sayılı kararnâme ile de bu kanunun nasıl tatbik olunacağını tesbit eden Türk bayrağı nizamnâmesi uygulanmaya başlandı. Türkiye Cumhuriyeti'nde kullanılan her türlü bayrakla (millî bayrak, cumhurreisine mahsus bayrak, ordu ve donanmaya ve devletin diğer dairelerine mahsus bayraklar) onlara ait bütün vasıfları en ince ayrıntılarına kadar tesbit eden bu kanun ve nizamnâme ile ayyıldızlı kırmızı Türk bayrağı kesin şeklini almış oldu.

Bundan başka Birleşmiş Milletler, Nato, UNESCO, Kızılay, Kızılhaç, Olimpiyat vb. milletlerarası kuruluşları temsil eden bayraklar da vardır.


BİBLİYOGRAFYA

Bayrak kelimesi hakkında yapılan ilk etraflı ve ciddi inceleme, M. Fuad Köprülü'nün İslâm Ansiklopedisi'nde çıkan "Bayrak" maddesi olup (II, 401-420) bu madde de onun bir kısaltmasıdır. Dr. Rıza Nur'un l'Histoire du Croissant (Revue de Turcologie, 1933, III, 232-410) adlı eserinde çeşitli İslâm bayrakları ile Osmanlı bayraklarından bahsedilmişse de bu çalışması tenkitsiz olduğu gibi varılan sonuçlar da çoğunlukla yanlıştır. Ancak burada İstanbul ve Avrupa müzelerinde bulunan birtakım bayrak resimleri yer aldığından Osmanlı bayrakları tarihiyle uğraşanlar için değerli malzeme vardır. Fevzi Kurtoğlu'nun Türk Bayrağı ve Ay Yıldız (Ankara 1938, 166 sayfa) adlı monografisinde Osmanlılar'dan önceki Türk devletlerinin bayrakları hakkında verilen mâlûmat hem az hem de yanlıştır. Buna karşılık Topkapı Sarayı ve Bahriye müzelerindeki birtakım bayraklarla bazı yazma albümlerden faydalanıldığı için XVI-XIX. yüzyıllardaki Osmanlı bayrakları hakkında eserde zengin malzeme mevcuttur. Ancak tamamıyla tenkitsiz yazılan bu monografiden istifade edilmesi çok zordur. Osmanlı bayrağı hakkında daha önce Ali Bey'in yayımladığı "Sancağımız ve Ay Yıldız Nakşı" (TOEM, 1333/1334, nr. 46, 47, 48) adlı makale de tenkitsiz bir inceleme olmakla birlikte Rıza Nur'un kitabında doğrudan doğruya bu makaleden faydalanılmıştır. Jean Deny'nin The Encyclopaedia of Islam'daki "Sancak" maddesi 1925'te yayımlanmış olmasına rağmen mükemmel bir filolojik tetkiktir. F. Kurtoğlu'nun kitabındaki bibliyografyada zikredilmeyen araştırmalar arasında en önemli olan iki tanesi şunlardır: Cemil, Sancak ve Sancağımız (İstanbul 1341, 34 sayfa); Ahmed Teymur Paşa, Târîḫu'l-aʿlâmi'l-ʿOs̱mânî (Arapça, Kahire 1347, 180 sayfa). XIV. yüzyılda yaşayan bir İspanyol Fransisken seyyahının 1877'de yayımlanan eseri 1912'de Sir Clements Markham tarafından İngilizce'ye çevrilerek Book of the Knowledge adıyla Hakluyt Society külliyatı arasında yayımlanmıştır. Burada Osmanlılar'dan önceki birtakım Türk devletlerinin bayrakları hakkında bazı bilgi ve resimler vardır. Ayrıca Topkapı Sarayı Müzesi'nde de bir İspanyol tarafından XV. yüzyılda yapıldığı anlaşılan bir harita üzerinde çeşitli Türk devletlerine ait bayrak resimlerine rastlanmaktadır. Bu son iki eserdeki resimler, birtakım açıklamalarla İbrahim Hakkı'nın Topkapı Sarayında Deri Üzerine Yapılmış Eski Haritalar (İstanbul 1936) adlı kitabında yayımlanmış olup sadece bu resimlerden istifade edilebilir.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

kaynağı değiştir]

I. Muhammed Suriye'den Kahire'ye doğru yürüyüşünde geçtiği her yerde sıcak bir hüsnü kabul ve sevinçle karşılandı. Sonunda Mısır'a ulaşıp üçüncü ve son kez Memlûk tahtına oturdu. I. Muhammed'in bu üçüncü saltanatı, gerek onun hususi hayatında gerekse Mısır ve Memlûklerin tarihinde mühim bir yer tutar. Üçüncü saltanatında gerçek şahsiyetini ortaya koydu ve bütün devlet işlerini eline alarak ümerânın kendisine tahakküm etmesine müsaade etmedi. I. Muhammed'in bu üçüncü saltanatı 31 yıl devam etmiş olup kendisinden önceki ve sonraki sultanlardan hiçbirisi bu kadar uzun müddet saltanat sürmemişti. Uzun saltanatı esnasında Suriye'deki Haçlı kalıntılarını bölgeden çıkarmış, İlhanlıları yenerek onların arz ettiği tehlikeyi bertaraf etmiş, içeride sükûn ve istikrarı temin ederken dışarıda ise devletin itibarını yükseltmek ve Memlûk Devleti'ni en geniş hudutlarına ulaştırmak gibi başarılarıyla Mısır halkının takdirini kazanmıştı. Tarihçiler onu tedbirli, heybetli, düşmanlarına karşı amansız, herkesin kendisine itaat ettiği, devlet işlerini sımsıkı elinde tutan, deha sahibi bir sultan olarak tarif ederler. Devleti tek başına idare ettiği bu üçüncü ve uzun süren saltanatı esnasında kurulan nizam sayesinde memleketin iktisadi durumu da gelişti. Aynı zamanda memlûk nizamının olgunlaştığı, hükûmet dairelerinin oturduğu, idarede birçok yeniliklerin ve gelişmelerin vuku bulduğu, bazı büyük vazifelerin kaldırılıp bazı yeni vazifelerin getirildiği bir devirdir. I. Muhammed bunlara ek olarak gelir kaynaklarını da düzeltmiş ve iktisadi gelişmeye bağlı olarak devletin geliri de artmıştır.

Bütün bu işleri yaparken I. Muhammed, kendisine bağlı ümerânın desteğinden faydalanmıştır. Ancak ümerâya karşı içinde bir ukde bulunan I. Muhammed onlarla münasebetlerinde devamlı şekilde şüpheyi muhafaza etmiş ve yükselttiği herhangi bir emirin nüfuzunun arttığını görünce onu bir vesile ile tesirsiz hale getirmeyi de bilmiştir. Bunun en bariz örneği Dımaşk naipliğine getirdiği Şemseddin Karasungur ve bütün Suriye'nin valiliğini verip pek çok unvanlar ilave ettiği hatta akrabalık kurduğu Emir Tengiz'e karşı yaptıklarında görülmektedir.

Memlûkler, saltanatın veraset yoluyla babadan oğula geçmesi kaidesine inanmamakla birlikte I. Muhammed de kendi neslinden gelenlerin sultan olması konusunda seleflerinden daha az istekli değildi. Bu sebeple sağlığında oğullarından Anûk'u veliaht ilan etmiş fakat Anûk'un ölümü üzerine ümerâyı toplayarak diğer oğlu Seyfeddin Ebû Bekir'in kendisinden sonra sultan yapılması için söz almıştı. I. Muhammed'in ölümü ile Memlûk Devleti, tarihinin yeni bir dönemine girdi. Bu devir onun oğulları ve torunlarının devridir. Bahrî Memlûklerin çöküşüne ve Burcî Memlûklerin saltanatı ele geçirmesine kadar devam eden bu devrin en bariz vasfı I. Muhammed'in oğul ve torunlarından çoğunun yaşlarının küçüklüğü sebebiyle ümerânın nüfuzunun artması, emirler arasındaki bitmez tükenmez çekişmeler ve sultanların kısa sürelerle sık sık değişmeleridir. I. Muhammed'in oğullarının hüküm sürdüğü yirmi yıl zarfında sekiz hükümdar gelip geçmiştir. Bu müddet zarfında Mısır, memlûk ümerâsının yağmasına maruz kalmış ve ümerâ çocuk veya genç sultanları istedikleri gibi yönlendirmiştir. Bu devirde Mısır'da da pek çok can alan Kara Ölüm'den başka dikkati çeken bir şey yoktur. Veba, Suriye ve Mısır'da da yayılmış ve her gün binlerce kişi ölmüştü. Öyle ki toprağı işleyecek kimse kalmamıştı. Sultan ve ümerâ bundan kurtulmak için Kahire'den kaçmışlar, işlenmeyen topraklar kıraçlaşıp çarşı pazarda alışveriş durmuş ve hiçbir şeyi alıp satan kalmamıştı. İnsanlar işlerini ve sanatlarını terk etmişler, eğlenceler iptal edilmiş ve her yere hüzün çökmüştü.

Hasan'ın ikinci kez getirildiği saltanattan azledilerek yerine II. Selâhaddin'in sultan ilân edilmesiyle I. Muhammed'in torunlarının devri başladı. Bunlar 1361-1382 yılları arasında art arda hüküm süren dört kişi olup sultanlar yine çocuk yaştadırlar. Bu durum ümerânın gücünü ve şevketini artırmış ve ümerâ arasındaki rekabet memlûk taifesine de sıçramış ve çatışmalar Kahire sokaklarına taşmış, ülke şiddetli bir kargaşaya sürüklenmiştir.

Bu istikrarsız dönemde Çerkes memlûklerin gücü artmış ve memlûk grupları arasındaki mücadelede bunlar kazanarak devleti ele geçirmişler, Kalavun ailesinin inkırazı ile Bahrî Memlûklerin Memlûk Devleti'ndeki hâkimiyeti de sona ermiştir. Bu devirde ahlaki çöküntü şiddetlenmiş, bizzat sultanlar ve ümerânın ileri gelenleri huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. Sükûn ve istikrar bozulmuş, üretim düşmüş, halk fakirleşmiş, şikâyetler artmıştır.

Burcî Memlûkler[değiştir

nest...

gelişim planı örnekleri 2022 doğum borçlanmasi ne kadar uzaktaki birini kendine aşık etme duası 2021 hac son dakika allahümme salli allahümme barik duası caycuma hava durumu elle kuyu açma burgusu dinimizde sünnet düğünü nasil olmali başak ikizler aşk uyumu yht öğrenci bilet fiyatları antalya inşaat mühendisliği puanları malta adası haritada nerede