Aptalın deneyimi aklını başına toplama rehberi pdf

Aptalın Deneyimi Aklını Başına Toplama Rehberi Pdf

aptalın deneyimi aklını başına toplama rehberi pdf

aptalın deneyimi

  • mirzakarim norbekov'un kitabı. norbekov sistemine giriş öğretiliyor.

  • (bkz: kabuljan murzaev)

  • yazarın okuyucuya bir takım hakaretler ederek başladığı, aydınlatıcı kitap

  • tam adı, "aptalın deneyimi, aklını başına toplamak için rehber" olan, mirzakarim norbekov tarafından yazılan, 12 milyondan fazla satan uluslararası bestseller olmuş kitap.

    kitap kendi reklamını şöyle yapıyor: mizah duygusu ve iyimserliği yok edilen, son derece alıngan olan, ahlaki davranışlardan uzaklaşıp yalancı olmayı öğrenen, tüm insanların aşağılık herifler olduğunu bilen, işyerinden atılan ya da atılmak üzere olan, yaşlanan ya da yaşlanmayı düşünen, boşanan ya da boşanmayı kafasına koyan, cinselliğini bütünüyle kaybeden, karnı şişmekten eziyet çeken ukalaların ve özellikle gözleri üzerinde modern bir tesisat taşıyan "gözlüklüler"in bu kitabı eline alması, okuması, daha da fazlası, onunla alıştırma yapmasını tavsiye etmem! biz bütün bu problemleri kitabımızda çözüyoruz, ancak bunlar sizin için değil!

ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.

PDF formatı nedir? Bu, elektronik belgeye atıfta bulunan bir belge formatıdır. Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF ve sonraki tipler. Bu, Adobe tarafından geliştirilen evrensel bir dosya biçimidir ve kaynak belgelerin tüm yazı tipleri, biçimleri, grafikleri ve renkleri, bunları oluşturmak için kullanılan uygulama veya platform ne olursa olsun korunur. İlk yıllarda, belgeyi masaüstünde yayınladık Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov Çeşitli programlar ve işletim sistemi arasında PDF formatı ve değiştirilmiş belgeler. Platform bağımsızlığı nedeniyle, internette doküman değişimi aracı olarak yayılıyor. Bu, yazılım endüstrisinin uygulamasını artırdı ve nakledilecek bir belge biçimi olarak baskın bir konum kazandı. Kitapları PDF olarak görüntülemek için Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov format, şu anda gerekli olan özel bir yazılım gereklidir. Ancak Adobe Acrobat Reader'ı sunuyor, ücretsiz olarak indirebilir ve kitabı net bir şekilde görebilirsiniz. Ayrıca, çoğu tarayıcıda görüntülenecek eklentiler var Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF Dosyalar. PDF biçiminde bir PDF belgesi oluşturma Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov biçimi, kullandığınız yazılım paketine bağlı olarak genellikle çok basit bir işlemdir, ancak Adobe'yi öneririz. Açmanıza yardımcı olacak diğer yazılımlar PDF Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov LibreOffice ve Wordperfect (sürüm 9 ve üstü) içerecektir. Mevcut bir belgeyi PDF Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov veya PDF belgesini başka bir dosya biçimine dönüştürerek, belgeyi PDF'ye dönüştürebilirsiniz. Birçok geliştirici, dönüştüren bir yazılım sunar PDF Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov çeşitli biçimlere, ancak Adobe'ye öneriyorum. Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov “Kitabınızın sayesinde kendi gücüme daha fazla inanmaya başladım ve madi refaha doğru büyük bir adım atabildim.” (Nina, 32 yaşında) “Kitabınızı sadece okumak bile ruhunuza öyle bir güç veriyor ki bedenimizdeki yaraların sesi kesiliyor ve sadece yürüyorsunuz, çalışıyorsunuz, adeta kanatlanıyorsunuz. Kocaman bir teşekür size!.” (Olga İvanovna, 64 yaşında) “Size, ‘Ben’ adlı o harikulade ve mucizevi dünyaya girebilme imkanını armağan eden bir insan olduğunuz için hitap ediyorum. Siz ve kitabınızın yardımıyla görme yetimi yeniden kazandım (4 diyoptri idi), bana soluk aldırmayan eklem ağrılarından ve -İŞTE MUCİZE!- 20 yıldır yakamı bırakmayan kekelemelikten de kurtuldum.” (Pavel, 25 yaşında) “Kitabınız aracılığıyla verilen fevkalade iyimserliğiniz ve yaşam sevginiz sağlığım, karakterim, yani kendi üzerimde çalışırken gücüme güç katı ve istediğim şeyi mutlaka elde edebileceğime dair bir inanç verdi. Sonuç ise ortada!. Bir şey daha: Kitabın rehberliğinde göz sağlığım için çalışırken bir sürü hastalıktan da kurtulacağımı hiç umamıştım.” (Oleg Petroviç, 54 yaşında) “Aptalın Deneyimi kitabından çok yararlanıyorum. Yaptığım eklem jimnastiğinin ardından bedenim ve yüreğimde bir hafiflik hisi oluşuyor. Eklemlerim de daha esnek olmaya başladı, duruşum değişti. Bedensel ve ruhsal olarak değiştim. İçimde öyle bir his var ki sanki özüme -Tanrı beni nasıl yaratıysa işte ona- dönüyorum. Kendimi, dünyayı seviyorum. Norbekov’un sistemi ile tanıştığım için Tanrıya teşekürler.» (Ludmila Vitalyevna, 49 yaşında) Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF Taşınacak belgenin formatını temsil eder. Bu durumda, belgeleri elektronik formda görüntülemek için kullanılan elektronik kitap formatı, yazılım, donanım veya işletim sistemi ne olursa olsun, bir kitap olarak yayınlanır. (Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF). Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF Adobe Systems tarafından PostScript tabanlı bir evrensel uyumlu format olarak geliştirilen kitap formatı artık Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF kitap. Bu daha sonra belge ve bilgi alışverişinde PDF formatında uluslararası bir standart haline geldi. Adobe, ISO (Uluslararası Standartlaştırma Örgütü) 'nde PDF dosya geliştirmeyi kontrol etmeyi reddetti ve kitap Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF 2008 yılında, PDF birçok kitabın "açık standardı" haline geldi. Mevcut sürümü belirtimi PDF Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov (1.7) is ISO 32000'de açıklanmıştır. Ayrıca, gelecek sürümlerin güncellenmesinden ve geliştirilmesinden ISO sorumlu olacaktır. (Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF 2.0, ISO 3200-2 ile uyumlu, 2015 yılında yayınlanacak). Lütfen indir Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov PDF sitemize ücretsiz.


Bir kitabı indir


Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov ayrıntılar

  • Yazar:Galata Yayıncılık
  • Yayımcı: SİSTEM YAYINCILIK
  • Yayın tarihi:
  • kapak:
  • Dil:
  • ISBN-10:
  • ISBN-13:
  • Boyutlar: Normal Boy
  • Ağırlık:
  • Sayfalar:
  • Dizi:
  • Sınıf:
  • Yaş:

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov Galata Yayıncılık sesli kitap

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov Galata Yayıncılık sesli kitap ücretsiz

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov “Kitabınızın sayesinde kendi gücüme daha fazla inanmaya başladım ve madi refaha doğru büyük bir adım atabildim. ” (Nina, 32 yaşında) “Kitabınızı sadece okumak bile ruhunuza öyle bir güç veriyor ki bedenimizdeki yaraların sesi kesiliyor ve sadece yürüyorsunuz, çalışıyorsunuz, adeta kanatlanıyorsunuz. Kocaman bir teşekür size!. ” (Olga İvanovna, 64 yaşında) “Size, ‘Ben’ adlı o harikulade ve mucizevi dünyaya girebilme imkanını armağan eden bir insan olduğunuz için hitap ediyorum. Siz ve kitabınızın yardımıyla görme yetimi yeniden kazandım (4 diyoptri idi), bana soluk aldırmayan eklem ağrılarından ve -İŞTE MUCİZE!- 20 yıldır yakamı bırakmayan kekelemelikten de kurtuldum. ” (Pavel, 25 yaşında) “Kitabınız aracılığıyla verilen fevkalade iyimserliğiniz ve yaşam sevginiz sağlığım, karakterim, yani kendi üzerimde çalışırken gücüme güç katı ve istediğim şeyi mutlaka elde edebileceğime dair bir inanç verdi. Sonuç ise ortada!. Bir şey daha: Kitabın rehberliğinde göz sağlığım için çalışırken bir sürü hastalıktan da kurtulacağımı hiç umamıştım. ” (Oleg Petroviç, 54 yaşında) “Aptalın Deneyimi kitabından çok yararlanıyorum. Yaptığım eklem jimnastiğinin ardından bedenim ve yüreğimde bir hafiflik hisi oluşuyor. Eklemlerim de daha esnek olmaya başladı, duruşum değişti. Bedensel ve ruhsal olarak değiştim. İçimde öyle bir his var ki sanki özüme -Tanrı beni nasıl yaratıysa işte ona- dönüyorum. Kendimi, dünyayı seviyorum. Norbekov’un sistemi ile tanıştığım için Tanrıya teşekürler. » (Ludmila Vitalyevna, 49 yaşında).

Yazar:Galata Yayıncılık

indir kitap

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov Galata Yayıncılık sesli kitap

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov Galata Yayıncılık sesli kitap ücretsiz

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov “Kitabınızın sayesinde kendi gücüme daha fazla inanmaya başladım ve madi refaha doğru büyük bir adım atabildim. ” (Nina, 32 yaşında) “Kitabınızı sadece okumak bile ruhunuza öyle bir güç veriyor ki bedenimizdeki yaraların sesi kesiliyor ve sadece yürüyorsunuz, çalışıyorsunuz, adeta kanatlanıyorsunuz. Kocaman bir teşekür size!. ” (Olga İvanovna, 64 yaşında) “Size, ‘Ben’ adlı o harikulade ve mucizevi dünyaya girebilme imkanını armağan eden bir insan olduğunuz için hitap ediyorum. Siz ve kitabınızın yardımıyla görme yetimi yeniden kazandım (4 diyoptri idi), bana soluk aldırmayan eklem ağrılarından ve -İŞTE MUCİZE!- 20 yıldır yakamı bırakmayan kekelemelikten de kurtuldum. ” (Pavel, 25 yaşında) “Kitabınız aracılığıyla verilen fevkalade iyimserliğiniz ve yaşam sevginiz sağlığım, karakterim, yani kendi üzerimde çalışırken gücüme güç katı ve istediğim şeyi mutlaka elde edebileceğime dair bir inanç verdi. Sonuç ise ortada!. Bir şey daha: Kitabın rehberliğinde göz sağlığım için çalışırken bir sürü hastalıktan da kurtulacağımı hiç umamıştım. ” (Oleg Petroviç, 54 yaşında) “Aptalın Deneyimi kitabından çok yararlanıyorum. Yaptığım eklem jimnastiğinin ardından bedenim ve yüreğimde bir hafiflik hisi oluşuyor. Eklemlerim de daha esnek olmaya başladı, duruşum değişti. Bedensel ve ruhsal olarak değiştim. İçimde öyle bir his var ki sanki özüme -Tanrı beni nasıl yaratıysa işte ona- dönüyorum. Kendimi, dünyayı seviyorum. Norbekov’un sistemi ile tanıştığım için Tanrıya teşekürler. » (Ludmila Vitalyevna, 49 yaşında).

Yazar:Galata Yayıncılık

indir kitap

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov “Kitabınızın sayesinde kendi gücüme daha fazla inanmaya başladım ve madi refaha doğru büyük bir adım atabildim. ” (Nina, 32 yaşında) “Kitabınızı sadece okumak bile ruhunuza öyle bir güç veriyor ki bedenimizdeki yaraların sesi kesiliyor ve sadece yürüyorsunuz, çalışıyorsunuz, adeta kanatlanıyorsunuz. Kocaman bir teşekür size!. ” (Olga İvanovna, 64 yaşında) “Size, ‘Ben’ adlı o harikulade ve mucizevi dünyaya girebilme imkanını armağan eden bir insan olduğunuz için hitap ediyorum. Siz ve kitabınızın yardımıyla görme yetimi yeniden kazandım (4 diyoptri idi), bana soluk aldırmayan eklem ağrılarından ve -İŞTE MUCİZE!- 20 yıldır yakamı bırakmayan kekelemelikten de kurtuldum. ” (Pavel, 25 yaşında) “Kitabınız aracılığıyla verilen fevkalade iyimserliğiniz ve yaşam sevginiz sağlığım, karakterim, yani kendi üzerimde çalışırken gücüme güç katı ve istediğim şeyi mutlaka elde edebileceğime dair bir inanç verdi. Sonuç ise ortada!. Bir şey daha: Kitabın rehberliğinde göz sağlığım için çalışırken bir sürü hastalıktan da kurtulacağımı hiç umamıştım. ” (Oleg Petroviç, 54 yaşında) “Aptalın Deneyimi kitabından çok yararlanıyorum. Yaptığım eklem jimnastiğinin ardından bedenim ve yüreğimde bir hafiflik hisi oluşuyor. Eklemlerim de daha esnek olmaya başladı, duruşum değişti. Bedensel ve ruhsal olarak değiştim. İçimde öyle bir his var ki sanki özüme -Tanrı beni nasıl yaratıysa işte ona- dönüyorum. Kendimi, dünyayı seviyorum. Norbekov’un sistemi ile tanıştığım için Tanrıya teşekürler. » (Ludmila Vitalyevna, 49 yaşında).

Aptalın Deneyimi - Aklını Başına Toplama Rehberi - Mirzakarim Norbekov “Kitabınızın sayesinde kendi gücüme daha fazla inanmaya başladım ve madi refaha doğru büyük bir adım atabildim. ” (Nina, 32 yaşında) “Kitabınızı sadece okumak bile ruhunuza öyle bir güç veriyor ki bedenimizdeki yaraların sesi kesiliyor ve sadece yürüyorsunuz, çalışıyorsunuz, adeta kanatlanıyorsunuz. Kocaman bir teşekür size!. ” (Olga İvanovna, 64 yaşında) “Size, ‘Ben’ adlı o harikulade ve mucizevi dünyaya girebilme imkanını armağan eden bir insan olduğunuz için hitap ediyorum. Siz ve kitabınızın yardımıyla görme yetimi yeniden kazandım (4 diyoptri idi), bana soluk aldırmayan eklem ağrılarından ve -İŞTE MUCİZE!- 20 yıldır yakamı bırakmayan kekelemelikten de kurtuldum. ” (Pavel, 25 yaşında) “Kitabınız aracılığıyla verilen fevkalade iyimserliğiniz ve yaşam sevginiz sağlığım, karakterim, yani kendi üzerimde çalışırken gücüme güç katı ve istediğim şeyi mutlaka elde edebileceğime dair bir inanç verdi. Sonuç ise ortada!. Bir şey daha: Kitabın rehberliğinde göz sağlığım için çalışırken bir sürü hastalıktan da kurtulacağımı hiç umamıştım. ” (Oleg Petroviç, 54 yaşında) “Aptalın Deneyimi kitabından çok yararlanıyorum. Yaptığım eklem jimnastiğinin ardından bedenim ve yüreğimde bir hafiflik hisi oluşuyor. Eklemlerim de daha esnek olmaya başladı, duruşum değişti. Bedensel ve ruhsal olarak değiştim. İçimde öyle bir his var ki sanki özüme -Tanrı beni nasıl yaratıysa işte ona- dönüyorum. Kendimi, dünyayı seviyorum. Norbekov’un sistemi ile tanıştığım için Tanrıya teşekürler. » (Ludmila Vitalyevna, 49 yaşında).

TrendyolAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al KitapyurduAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al D&RAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al IdefixAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al BKM KitapAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al HepsiburadaAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al GittigidiyorAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al N11Aklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al Amazon TürkiyeAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al
TrendyolAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al KitapyurduAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al D&RAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al IdefixAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al BKM KitapAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al HepsiburadaAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al GittigidiyorAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al N11Aklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al Amazon TürkiyeAklını Başına Toplamak İçin Rehber/Aptalın DeneyimiSatın Al

Otostopçunun Galaksi Rehberi - Dougles Adams

100%(1)100% found this document useful (1 vote)
301 views1,997 pages

Original Title

Otostopçunun Galaksi Rehberi - Dougles Adams ( PDFDrive.com )

Copyright

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

100%(1)100% found this document useful (1 vote)
301 views1,997 pages

Original Title:

Otostopçunun Galaksi Rehberi - Dougles Adams ( PDFDrive.com )

Galaksi
Rehberi

1. Kitap: Her Otostopçunun Galaksi Rehberi

Çeviren: Serhat Dalkır

Isnb: 00000IDE30201

2. Kitap: Evrenin Sonundaki Restoran

Çeviren: İrem Kutluk

3. Kitap: Evren, Yaşam ve Her Şey

Çeviren: İrem Kutluk

Isnb: 9757380733

4. Kitap: Hoşçakal Balık İçin Teşekkürler


Çeviren: İrem Kutluk

Isnb: 9757380741

5. Kitap: Çoğunlukla Zararsız

Çeviren: İrem Kutluk

Isnb: 975738075X
Her Otostopçunun Galaksi
Rehberi

Jonny Brock, Clare Gorst


ve tüm öbür Arlingtonianlılarca
sunulan çay, ilgi ve rahat koltuk için

G
alaksimizin haritası bile çizilmemiş ücra
bir köşesinde, pek fazla bilinmeyen Ba
Sarmalı kolunda gözden ırak, küçük, sarı bir
güneş vardır. Bu güneşin yörüngesinde, aşağı
yukarı doksan iki milyon mil uzaklıkta, pek
göze batmayan yeşil-mavi bir gezegen vardır.
Bu gezegende yaşayan maymundan türemiş
yaşam biçimleri o kadar ilkeldirler ki dijital
saatlerin çok parlak bir buluş olduğunu
düşünürler hâlâ. Bu gezegenin şöyle bir derdi
vardır -ya da daha doğrusu vardı-: üzerinde
yaşayanların büyük bir bölümü yaşamlarının
büyük bir bölümünde mutsuzdular. Bu
soruna birçok çözüm önerildi, fakat
çözümlerin çoğu küçük yeşil kağıt parçalarının
hareketlerine ilişkindi. Bu da çok saçmaydı
çünkü eninde sonunda mutsuz olan küçük
kağıt parçaları değildi. Böylece sorun varlığını
sürdürdü; insanların çoğu rahatsızdı, birçoğu
da sefil, dijital saati olanlar bile.

Her şeyden önce ağaçlardan inmekle büyük bir


yanlış yap klarını düşünenlerin sayısı günden güne
ar yordu. Bazıları ise aslında ağaçların bile kötü bir
yer olduğunu, okyanusları terk etmemiş olmaları
gerek ğini söylemekteydi. Sonra, adamın birinin
sadece değişiklik olsun diye, insanlara iyi
davranmanın ne kadar hoş olabileceğini söylediği
için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık olarak ikibin
yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmonsworth’da
küçük bir kafede yalnız başına oturan bir kız
birdenbire bütün bu zaman içinde ters giden şeyin
ne olduğunu kavrayıverdi. Ar k kız dünyanın nasıl
iyi ve mutlu bir yer haline ge rilebileceğini
biliyordu. Bu kez doğruydu, bu çözüm işleyecek ve
kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti.

Üzücü olan, kızın bir telefon bulup da buluşunu


birilerine söyleyemeden, korkunç ve aptalca bir
felake n gerçekleşmesi ve bu parlak fikrin sonsuza
kadar yi p gitmesi. Bu o kızın öyküsü değil. Fakat o
korkunç ve aptalca felake n ve bazı sonuçlarının
öyküsü. Aynı zamanda bir kitabın, “Her
Otostopçunun Galaksi Rehberi” adında bir kitabın
öyküsü. Kitap bir Dünya kitabı değil, Dünya'da hiç
yayınlanmadı, o korkunç felaket olana kadar da
hiçbir Dünyalı onu görmedi, ha â adını bile
duymadı. Yine de baştan sona dikkate değer bir
kitap.

Gerçekte, belki de Küçük Ayı takımyıldızının


hiçbir Dünyalı'nın duymadığı büyük yayınevlerinin
çıkardığı bütün zamanların en dikkate değer kitabı.
Yalnızca dikkate değer değil, aynı zamanda büyük
bir başarının sahibi de: “Gezegenlerarası Ev Bakımı
Derlemesi'nden daha popüler, “Sı r Yerçekiminde
Yapılabilecek Elli Üç Şey Daha'dan daha çok satmış,
ve Oolon Colluphid’in bombası felsefe üçlemesi
“Tanrı Nerede Hata Yap ,” “Tanrı ’nın En büyük
Yanlışlarından Birkaçı Daha," ve “Kimdir Bit Tanrı
Denilen,” kitaplarından daha tartışmalı bir kitap.

Galaksi’nin Dış Doğu Kıyısı’nın daha rahat


uygarlıklarında Her Otostopçunun Rehberi, bütün
bilgi ve bilgeliğin standart kaynağı olan Galak ka
Ansiklopedisi’nin yerini daha şimdiden aldı bile,
çünkü birçok eksiğine ve uydurma, ya da en
azından aşırı derecede eksik bilgi içermesine
rağmen, daha eski olan öncekini iki noktada yaya
bırakıyor: Birincisi, biraz daha ucuz, İkincisi,
kapağının üzerinde büyük dostça harflerle “Paniğe
Kapılmayın” yazmakta.

Fakat o korkunç ve aptalca Perşembe’nin


olağandışı sonuçlarının ve bu sonuçların dikkate
değer bu kitapla çözülemez biçimde iç içe
geçmesinin öyküsü çok yalın biçimde başlıyor. Bir
evle başlıyor.

1
Köyün hemen ucundaki yamaçta tek başına
duran evden Ba Yakası’nın uçsuz bucaksız tarlaları
görünmekteydi. Evin dikkat çekici hiçbir yanı yoktu.
Aşağı yukarı otuz yaşlarındaki gecekonduyu
andıran karemsi, tuğladan yapılmış bir yapıydı ve
ön tara ndaki dört pencere boyutları ve oranlarıyla
gözü hoşnut etmekten oldukça uzaktı.

Evin yalnızca bir tek kişi için bir anlamı vardı:


Arthur Dent, çünkü bu onun içinde yaşadığı evdi.
Neredeyse üç yıldır, kendisini sinirli ve alıngan
yapan Londra’dan ayrılalı beri burada oturuyordu.
Otuzlarında, uzun boylu, siyah saçlıydı ve hiçbir
zaman kendisiyle barışık değildi. Arthur Dent’i en
çok tedirgin eden insanların biteviye niye bu kadar
endişeli göründüğünü sormalarıydı. Arkadaşlarına
her zaman sandıklarından daha ilginç olduğunu
söylediği yerel radyoda çalışıyordu. Gerçekten de
öyleydi -arkadaşlarının çoğu reklamcıydı.

Çarşamda gecesi şiddetli bir yağmur yağmış ,


yol ıslak ve çamurluydu. Oysa Perşembe sabahı
Arthur Dent’in evine son kez vuran güneş pırıl pırıl
parlıyordu. Belediye Konseyi’nin evi yıkıp yerine bir
karayolu geçidi yapma kararı henüz Arthur’a uygun
biçimde tebliğ edilmemiş . Perşembe sabahı saat
sekizde Arthur kendini pek iyi hissetmiyordu.
Uyandığında gözleri kan çanağına dönmüştü.
Kalk , bulanık gözlerle odasında dolaş . Pencereyi
aç , buldozörü gördü. Terliklerini bulup ayaklarını
yere vura vura banyoya yöneldi.

İşte rçanın üzerinde dişmacunu, -öyleyse


rçala. Tıraş aynası - tavanı gösteriyor. Düzel . Bir
an için ikinci bir buldozer görüntüsü yansıdı
banyonun penceresinden. Düzgünce yerleş rdiği
ayna Arthur Dent’in sakallarını gösteriyordu. Onları
kazıdı, yüzünü yıkadı, kuruladı, a ş rmak için bir
şeyler bulma umuduyla mu ağa gi ayaklarını
yere vurarak.
Çaydanlık, fış, buzdolabı, süt, kahve, esne.

“Buldozer" sözcüğü kafasının içinde bağlan


kurabileceği bir şeyler arayarak bir süre gezindi.

Mu ak penceresinden görünen buldozer


oldukça büyük bir şeydi. Ona baktı.

“Sarı” diye düşündü ve ayaklarını yere vura


vura yatak odasına giyinmeye gitti sonra.

Banyonun önünden geçerken büyük bir bardak


su içmek için durdu; sonra bir tane daha.
Akşamdan kalma olabileceğini düşünmeye başladı.
Niye akşamdan kalmaydı? İçmiş miydi geçen gece?
Öyle olduğunu varsaydı. Tıraş aynasında bir parıl
yakaladı. “Sarı”

Durdu ve düşündü. Meyhane, diye düşündü.


Ah tabi, meyhane. Hayal meyal kızgın olduğunu, o
zaman önemli görünen bir şeye kızmış olduğunu
anımsadı. Çevresindekilere bu konudan söz ediyor,
uzun uzun bir şeyler anla yordu. Endişe içindeydi.
Anımsayabildiği en berrak görüntüler,
karşısındakilerin yüz ifadeleriydi. Yeni duymuş
olduğu bir karayolu geçidi hakkında bir şeyler.
Aylardır yürürlükteydi, yine de kimse bu konu
hakkında bir şey biliyormuş gibi görünmüyordu.
Gülünç. Bir yudum su aldı. Kendi kendine yoluna
girer, diye , karar verdi. Kimse bir geçit istemiyor,
Belediye Konseyi’nin tutunacak dalı yok. Kendi
kendine yoluna girer.

Tanrım ne korkunç bir sarhoşluğun


pençesindeydi. Elbise dolabının aynasında
kendisine bak . Dilini çıkardı Sarı diye düşündü.
“Sarı” sözcüğü kafasının içinde bağlantı kurabileceği
bir şeyler arayarak bir süre gezindi. On beş saniye
sonra dışarıdaydı, bahçe yolunda ilerleyen büyük
sarı bir buldozerin önünde uzanmış yatıyordu.

* * *
Bay L. Prosser, onların tanımıyla bir insandı.
Diğer bir deyişle, maymundan gelen, karbon esaslı,
iki ayaklı bir canlı türüydü. Ayrın lara girecek
olursak, kırk yaşında, şişman ve kılıksızdı. Yerel
konseyde çalışıyordu. Şurası gariptir ki, iç içe geçmiş
ırkların kuşaklar boyu kaynaşmasının genlerine
oynadığı oyun nedeniyle fark edilir Moğol özellikleri
taşımasa da, Cengiz Han’ın baba tara ndan
doğrudan torunuydu. Bay L. Prosser’deki yüce
soyunun izleri yalnızca göbek çevresindeki fark
edilir kalınlık ve küçük kürk şapkalara olan
eğilimiydi.

Kesinlikle büyük bir savaşçı değildi: çoğu zaman


sinirli ve endişeliydi. Bugün özellikle sinirli ve
endişeliydi çünkü işiyle -Arthur Dent’in evinin gün
bitmeden ortadan kaldırıldığını görmek- ilgili bir şey
ciddi biçimde ters gidiyordu.

“Kalkın oradan Bay Dent,” dedi,


“kazanamayacağınızı biliyorsunuz. Sonsuza dek
buldozerin önünde uzanamazsınız.” Gözlerinin
ö eyle parlaması için uğraş ama gözleri bunu
beceremedi.

Arthur çamurun içinden onun sesini bastırdı.

“Gözüm pek r benim,” dedi, “ilk kim


paslanacak göreceğiz.”

“Korkarım bunu kabul etmek zorunda


kalacaksınız,” dedi Bay Prosser eliyle kavradığı kürk
şapkasını geriye doğru iterek “ bu geçit inşa
edilmelidir ve edilecektir!”

“İlk kez duyuyorum bunu,” dedi Arthur,


“neden inşa edilmek zorunda olsun ki?”

Bay Prosser bir süre parmağını ona doğru


salladı, sonra durdu ve geriye çekti parmağını.

“Neden inşa edilmek zorunda olsunla ne demek


is yorsun?” dedi. “Bu bir geçit. Geçitler inşa
edilmelidir.” Karayolu geçitleri bir kısım insanın A
noktasından B noktasına hızla ulaşmasını, diğer
tara an başka bir kısım insanın da B noktasından A
noktasına sıçramasını sağlayan, gereçlerdir. C
noktasında yaşayanlar, tam ortadaki nokta olarak,
B noktasındakilerin A noktasına gitmeye, A
noktasındakilerin de B noktasına gitmeye neden bu
kadar istekli olduklarını merak ederler. Çoğunlukla
da insanların bir kere ve tamamiyle hangi
cehennemde olmak is yorlarsa oraya gitmelerini
dilerler.

Bay Prosser D noktasında olmayı dilerdi. D


noktası özel bir yer değildi, yalnızca A, B ve C
noktalarından çok uzakta herhangi uygun bir
noktaydı. D noktasında küçük, güzel, kapısının
üzerinde baltalar olan bir kulübesi olsun, ve E
noktasında, yani D noktasına en yakın meyhanede
biraz hoşça zaman geçirebilsin isterdi. Karısı
sarmaşık güllerini tercih ederdi, ama o baltaları
yeğliyordu. Neden olduğunu bilmiyordu, yalnızca
hoşlanıyordu baltalardan. Buldozer sürücülerinin
alaylı sırıtışları karşısında kıpkırmızı kesildi.

Ağırlığını bir ayağından diğerine veriyordu ama


her iki durumda da rahatsızdı. Birilerinin ürkünç
biçimde acizlik içinde olduğu su götürmezdi.
Tanrı’dan bunun kendisinin olmamasını diledi.

“İ razlarınızı ve şikayetlerinizi zamanında


yapabilirdiniz.” dedi Bay Prosser. “Zamanında?”
diye uludu Arthur “zamanında ha?” “Dün evime
gelen bir işçiden duydum bunu ilk kez. Ona
pencereleri silmeye mi geldin diye sorduğumda
hayır evi yıkmaya geldim dedi. Bunu hemen
söylemedi tabii. Hayır. Önce birkaç pencereyi silip
benden bir beşlik aldı. Ondan sonra söyledi.”

“Ama Bay Dent, planlar yerel planlama


dairesinde dokuz aydır asılıydı.”

“A evet, duyar duymaz hemen planları


görmeye gi m dün öğleden sonra. Kıçınızı
koltuklarınızdan kaldırıp listelerde adı bulunanların
hiçbirine haber vermediniz değil mi? Hiç kimseye
hiçbir şey söylemediniz yani.”

“Ama planlar askıdaydı...”

“Askıda? Onları en sonunda mahzende


bulabildim.”

“İşte orası ihbar bölümüdür.”

“Bir fener ile.”


“Ah, ışıkları söndürmüşler demek ki”

“Merdivenler de karanlıktı”

“Bakın, sonunda ihbarı buldunuz, değil mi?”

“Öyle,” dedi Arthur “buldum. Kullanılmayan bir


helaya tıkılmış, kapağında Dikkat Leopar yazan kilitli
bir dolabının dibinde”

Başlarının üzerinden geçen bulutun gölgesi


soğuk çamurun içinde dirseğine dayanmış yatan
Arthur Dent’in üzerine düştü. Ardından aynı
bulutun aynı gölgesi Dent’in evinin üstünü kapladı.
Bay Prosser çatık kaşlarıyla buluta bakıyordu.

“Pek de öyle güzel bir evmiş gibi durmuyor,”


dedi. “Özür dilerim, ama sevmiş bulunuyorum
onu.” “Geçidi de seveceksiniz.”

“Kes sesini,” dedi Arthur Dent. “Kes sesini de git


buradan, boktan geçidini de birlikte götür. Sen de
biliyorsun ki tutunacak bir dalın yok.”
Kafası bir an için Arthur Dent’in alev alev yanan
evinin ve sır en az üç yerinden tutuşmuş olarak
çığlık çığlığa koşan Arthur’un anla lması güç ama
fena halde çekici görüntüleriyle dolan Bay Prosser
ağzını birkaç kez açıp kapadı. Bu tür hayaller Bay
Prosser’i sık sık ziyaret eder onun sinir sistemini
altüst ederdi. Bir süre kekeledikten sonra toparladı
kendini.

“Bay Dent” dedi.

“Alo? Efendim?” dedi Arthur.

“Size bazı faydalı bilgiler. Bu buldozerin


üzerinize sürülmesini emredersem ne kadar zarar
vereceği hakkında bir fikriniz var mı?”

“Ne kadar?” dedi Arthur.

“Hiçbir şey” dedi Bay Prosser beyninin


kendisine bağırıp çağıran binlerce kıllı atlıyla dolu
olmasına hiddetten köpürerek.

* * *
Garip bir rastlan sonucu Hiçbir şey maymun
soyundan gelen Arthur Dent’in, en yakın
arkadaşlarından birinin maymun soyundan
gelmeyip aslında Betelgeuse çevresindeki küçük bir
gezegenden değil de hep söylediği gibi Guilford’tan
geldiğinden, tam olarak ne kadar şüphe e ğini
ifade ediyordu. Arthur Dent, hiçbir zaman bundan
şüphe etmemişti.

Bu arkadaşı Dünya gezegenine onbeş yıl kadar


önce geldiğinde Dünya toplumuna karışmak için
çok uğramış . Oldukça başarılı olduğu söylenebilir.
Örneğin bu on beş yılı işsiz bir aktörmüş gibi
yaparak geçirdi ki bu bile yeterince makuldü. Yine
de hazırlık araş rmalarını eksik yapması
düşüncesizce bir büyük hata yapmasına yol
açmış . Topladığı bilgi gereğince dikkat çekmeyen
bir isim olarak ‘Ford Prefect’i seçmişti.

-Dikkat çekecek kadar uzun boylu değildi,


hatları çarpıcıydı ama dikkat çekecek kadar yakışıklı
da değildi. Saçları kalın telli ve kahverengiydi,
şakaklarından geriye doğru tarıyordu onları. Cildi
şakaklarından geriye çekilmiş gibiydi. Tuhaf bir
şeyler vardı onda, ama ne olduğunu söylemek
güçtü. Belki de gözlerini yeterince sık
kırpmamasındandı bu. Onunla ne kadar uzun süre
konuşursanız konuşun, gözleriniz onun yararına
istemsizce yaşarıyordu. Belki de bu biraz yayvan
gülümsemesinden ve böylece insanlara boğazlarına
sarılacakmış hissini vermesindendi.

Dünyada kazandığı arkadaşlarının çoğunun


üzerinde eksantrik ama zararsız biri etkisi
bırakıyordu -tuhaf alışkanlıkları olan iflah olmaz bir
ayyaş. Örneğin sık sık üniversitelerde verilen
par lere dalar, zil zurna sarhoş olur, dışarı
a lıncaya kadar bulabildiği herhangi bir
astrofizikçiyle dalga geçerdi.

Bazen tuhaf bir ruh haline girer ve birileri ne


yap ğını sorana dek, hipno ze olmuşçasına
gökyüzüne bakardı. O zaman suçüstü yakalanmış
gibi sıçrar, sonra rahatlar ve sırıtırdı.

“Ah, sadece uçan daire arıyordum,” diye şaka


yapar, herkes de gülerek ona ne çeşit uçan daire
aradığını sorardı.

“Yeşillerini!” diye karşılık verirdi kötü bir sırı şla,


bir süre çılgınca güler, sonunda en yakın bara
seğirtip büyük miktarda içki ısmarlardı.

Bu gibi akşamlar çoğunlukla kötü biterdi. Viski


ile aklı başından gider, kızın birini bir köşeye
sıkış rıp ona kaba saba sözlerle ama dürüstçe uçan
dairelerin renklerinin o kadar da önemli olmadığını
anla rdı. Daha sonra, yarı felçli durumda, karanlık
sokaklarda sendelerken gelip geçen polislere
Betelgeus’e giden yolu sorardı. Polisler çoğunlukla,
“Sizce ar k eve dönme vak gelmedi mi efendim?”
gibi bir şeyler gevelerdi.

“Çalışıyorum yavrum, çalışıyorum,” Ford’un bu


gibi durumlardaki değişmez yanı ydı. Gerçekte
şaşkın şaşkın gökyüzüne bakarken aradığı herhangi
bir uçan daire idi. Yeşil demesinin nedeni yeşilin
Betelgeuse caret izcilerinin rengi olmasıydı. Ford
Perfect, yakınlarda bir uçan dairenin geleceğine
ilişkin tüm umutlarını yi rmenin hırçınlığı içindeydi,
çünkü on beş yıl, herhangi bir yerde, özellikle
dünya gibi akıl almaz derecede sıkıcı bir yerde
mahsur kalmak için oldukça uzun bir süreydi.

Ford bir an önce bir uçan dairenin gelmesini


diledi, onlara aşağıdan işaret vermesini ve kendini
aldırmasını biliyordu. Günde otuz Altair dolarından
daha az bir paraya Evrenin Mucizelerinin nasıl
görülebileceğini de biliyordu.

Gerçekte, Ford Prefect tamamiyle dikkate değer


bir kitap olan Her Otostopçunun Galaksi Rehberi
için çalışan gezgin bir araştırmacıydı.

* * *
İnsanoğlu bulunduğu ortama her zaman uyum
sağlamış r. Öğlene doğru Arthur’un evinin çevresi
düzenli bir ru ne kavuşmuştu. Arthur’un
kabullendiği rol çamurun içinde arada sırada
avuka na, annesine görmeyi ya da iyi bir kitap
vermelerini isteyerek sessiz sedasız uzanmak; Bay
Prosser’in kabullendiği rol Arthur’un üzerinde
Mille n Refahı İçin, Daima İleriye, Biliyor Musun
Günün Birinde Evimi Yık lar Geriye Dönüp
Bakamadım Bile gibi söylevlerle yeni yıpratma
tak kleri ve başka birçok kandırma yöntemi
denemek ve ona gözdağı vermek ; buldozer
sürücülerinin kabullendiği rol ise etra a kahve içip
gezinerek bu durumu maddi açıdan kendi
çıkarlarına çevirebilmek için sendika
düzenlemelerini gözden geçirmekti.

Dünya kendi etra ndaki dönüşünü ağır ağır


sürdürüyordu. Güneş Arthur’un ya ğı çamuru
kurutmaya başlamış . Üstünden bir gölge geç
yine.

“Merhaba Arthur,” dedi gölge.

Arthur başını yukarı kaldırıpta gözleri


kamaşarak güneşe doğru bak ğında tepesinde
dikilen Ford Prefect'i görünce ürktü bir an.

“Ford! Merhaba, na’aber?”


“İyidir,” dedi Ford, “bak, meşgul müsün?”

“Meşgul muyum?” diye haykırdı Arthur. “Evet,


bütün bu buldozerleri, falanı filanı önlerine yatmak
için başıma topladım çünkü eğer yatmazsam evimi
yıkacaklar, fakat bunun dışında... hayır özel bir şey
yok, neden ki?”

Betelgeuse’de şaka yoktu, Ford Prefect


üzerinde yoğunlaşmadığı zaman çoğunlukla şakayı
anlamıyordu. “İyi konuşabileceğimiz bir yer var
mı?” diye sordu.

“Ne?” dedi Arthur Dent.

Ford birkaç saniye yanındaki arkadaşını unutup


pkı üzerinden araba geçmek üzere olan bir tavşan
gibi sabit bakışlarla baktı gökyüzüne. Derken birden
Arthur’un başına çömeldi.

“Konuşmamız gerek,” dedi aceleyle.

“Güzel,” dedi Arlhur, “konuşalım,”


“Ve içelim,” dedi Ford. “Konuşmanın ve
içmenin bizim için haya önemi var. Şimdi. Köydeki
meyhaneye gideceğiz.” Sinirli ve umutlu gözlerle
yeniden gökyüzüne baktı.

“Bak, anlamıyor musun?” diye bağırdı Arthur


Prosser’i göstererek, “bu adam evimi yıkmak
istiyor!”

Ford’un kafası karışmıştı, ona baktı.

“İyi de sen olmadan da yıkabilir değil mi?” diye


sordu.

“Ama yıkmasını istemiyorum!”

“Ha.”

“Bak, derdin nedir senin?” dedi Arthur.

“Hiç, hiç derdim yok. Dinle beni, sana şimdiye


kadar duyduğun en önemli şeyi söyleyeceğim.
Şimdi söylemem gerek, hem de At ve Tımar
meyhanesinin salonunda.”
“Ama neden?”

“Çünkü sıkı bir içkiye ihtiyacın olacak.”

Ford, Arthur’a bak , Arthur kararlılığının


zayıflamaya başladığını görerek şaşırdı. Bunun
nedeninin Ford'un Orion Beta yıldız sistemindeki
madranit maden kuşaklarına hizmet veren hiper
uzay limanlarında öğrendiği eski bir içki içme oyunu
olduğunu fark etmedi. Oyun Kızılderili Güreşi
denen Dünya oyunundan pek farklı değildi, şöyle
oynanıyordu:

İki yarışmacı bir masaya önlerinde birer


bardakla karşılıklı oturur.

Ortalarına bir şişe Janx Spirit konur (bu içki şu


tarihin Orion madenci şarkısıyla
ölümüzleş rilmiş r: Aman vermeyin bana daha
Eski Janx Spirit/Sakın vermeyin bana daha Eski Janx
Spirit/Başım döner, dilim yalan söyler gözlerim
fener, iç de geber/ Doldur bana bir kadeh daha
günahkar Eski Janx Spirit).
İki yarışmacının her biri kendi düşüncelerini
şişede yoğunlaş rırlar ve bardaktakini bir dikişte
yuvarlayıp içkiyi kendisinden sonra içecek olan
rakibinin bardağına boca eder. Şişe yine doldurulur.
Oyun yine oynanır. Yine. Yine. Bir kere kaybetmeye
başladınız mı ar k hep kaybedersiniz, çünkü Janx
Spirit’in etkilerinden biri de telepa k gücü
bas rmasıdır. Önceden kes rilen bir miktar tükenir
tükenmez kaybedene genellikle iğrenç derecede
biyolojik olan bir ceza verilir. Ford Prefect
çoğunlukla kaybetmeye oynardı.

* * *
Ford, kendi kendine belki de At ve Tımar’a
gitmek is yorumdur diye düşünmeye başlayan
Arthur’a baktı.

“Ama evim ne olacak...?” diye yakındı Arthur.


Ford, Bay Prosser’e bakınca adice bir fikir geldi
aklına birdenbire.

“Evini yıkmak mı istiyor?”


“Evet, onun yerine bir...”

“Ama yapamıyor çünkü adamın buldozerinin


önünde yatıyorsun.”

“Evet, ve...”

“Eminim yeni bir düzenlemeye gidebiliriz” dedi


Ford. “Bakar mısınız” diye seslendi Ford.

Bay Prosser (O sırada buldozer sürücülerinin


şefiyle Arthur Dent’in bir akıl hastalığı geçirip
geçirmediğini, eğer geçiriyorsa ne kadar ek ödenek
almaları gerek ğini tar şmaktaydı.) etra na
bakındı. Arthur’un bir arkadaşının ortaya çıkmasına
şaşırmış, biraz da tedirgin olmuştu.

“Evet? Merhaba?” diye seslendi. “Bay Dent


kendine gelmedi mi henüz?”

“Şimdilik” diye seslendi Ford, “gelmediğini


varsayabilir miyiz?”

“Eee?” diye geçirdi Bay Prosser.


“Aynı zamanda,” dedi Ford, “bütün gün burada
duracağım da varsayabilir miyiz?”

“Sonra?”

“Sonra da bütün gün adamlarınız hiçbir şey


yapmadan ortalıkta dolaşacaklar, öyle değil mi?”

“Olabilir, olabilir...”

“Peki, eğer bunu önceden kabullendiyseniz


onun bütün bu zaman boyunca burada yatması
gerekmiyor değil mi?”

“Ne?”

“Aslında,” dedi Ford nazikçe, “burada ona


ihtiyacınız yok.”

Bay Prosser biraz düşündü.

“Hayır değil, öyle değil...” dedi, “tam anlamıyla


ihtiyaç sayılmaz...”
Prosser endişeliydi. İçlerinden birinin bir man k
hatası yaptığını düşündü.

Ford “Eğer bana ka lıyorsanız ki ka lıyorsunuz,


o zaman o burada yokken onu buradaymış gibi
kabul edebilirsiniz ve bizde yarım saatliğine
meyhaneye kaçabiliriz. Ne dersiniz?” Bay Prosser
bunun tam bir salaklık olduğunu düşündü.

“Tamamıyla akla yatkın görünüyor...” dedi


ya ş rıcı bir tonla, kimi ya ş rmaya çalış ğını
düşünerek.

“Daha sonra da, siz bir iki tek atmak


istediğinizde," dedi Ford, “sırayla sizin yeriniz alırız.”

“Çok teşekkür ederim,” dedi Bay Prosser,


bundan sonrasını nasıl oynaması gerek ğini
bilemeden, “çok teşekkür ederim, evet, çok
naziksiniz...” Sura nı as , sonra gülümsedi, sonra
ikisini birden yapmayı denedi, olmadı, kürk
şapkasını tutup başında evirip çevirdi. Oyunu
kazandığını düşünebilirdi artık.
“O halde,” diye sürdürdü Ford Prefect, “buraya
gelip de uzanabilirseniz...”

“Ne?” dedi Bay Prosser.

“Ha, afedersiniz,” dedi Ford, “belki de iyi


anlatamadım. Birinin buldozerlerin önüne
uzanması gerekmiyor mu? Aksi halde yürüyüp Bay
Dent’in evini yıkmalarını engelleyecek bir şey
olmaz, değil mi?”

“Ne?” dedi yine Bay Prosser.

“Çok basit.” dedi Ford, “Müşterim, Bay Dent,


yalnızca gelip onun yerini almanız koşuluyla bu
çamurda yatmaktan vazgeçecek.”

“Ne diyorsun sen?” dedi Arthur, ama Ford


ayağıyla dürttü onu.

“Benim kalkıp,” dedi Prosser, bu yepyeni fikri


kendi kendine açıklayarak “oraya uzanmamı
istiyorsunuz...”
“Evet.”

“Buldozerin önüne?”

“Evet.”

“Bay Dent’in yerine.”

“Evet.”

“Çamura.”

“Dediğiniz gibi, çamura.”

Bay Prosser aslında kaybedenin kendisi


olduğunu anladığında, omuzlarından bir yük
kalkmış gibi oldu: bu bildik dünyasına daha
uygundu. İç geçirdi.

“Karşılığında siz de Bay Dent’i meyhaneye


götüreceksiniz.”

“Öyle,” dedi Ford, “tam olarak öyle.”

Bay Prosser birkaç sinirli adım attı ve durdu.


“Söz mü?” dedi.

“Söz,” dedi Ford. Arthur’a döndü.

“Hadisene,” dedi, “kalk da adama yer ver.”


Arthur bir düş gördüğünü düşünerek kalk . Ford,
beceriksizce, üzgün üzgün çamurda oturan
Prosser’e bir baş hareke yle veda e . Bay Prosser
tüm yaşamının bir düş olduğunu düşünür ve bazen
bunun kimin düşü olduğundan ve düşten hoşlanıp
hoşlanmadıklarından kuşkuya düşerdi. Çamur,
poposunun ve kollarının al nda ikiye yarılıp
pabuçlarının içine süzüldü.

Ford ciddi ciddi baktı ona.

“Bay Dent burada değilken evini sinsice yıkmak


yok ama tamam mı?” dedi.

“Bu düşünce,” diye homurdandı Bay Prosser,


“aklımdan geçmenin en ufak bir olasılığını bile,”
diyerek sürdürdü, arkasına yaslanarak,
“değerlendirmeye başlamadı daha.”
Buldozer sürücüleri sendikası temsilcisinin
yaklaş ğını görünce başını çamura bırakıp gözlerini
yumdu. Kendisinin şu anda bir akıl hastalığı
geçirmediğini kanıtlamak için nedenlerini sıraya
koymaya çalış . Şu anda bundan emin olmaktan
çok uzak . Kafası gürültüler, atlar, toz duman ve
kan kokusuyla doluydu. Ne zaman kendini sefil ve
yorgun hissetse aynı şey olurdu. Hiçbir şekilde
kendisine açıklayamıyordu. Algılayamadımız bir
boyu a hiddetle haykırıyordu yüce Kağan, Bay
Prosser ise inleyip hafifçe tredi. Gözkapaklarının
ardında küçük damlacıklar hissetmeye başlıyordu.
Bürokra k ayrın lar, çamurda yatan kızgın
adamlar, küçük düşürücü hareketler yapan
tanımlanamaz yabancılar, kafasının içinde ona
gülen tanımsız bir atlılar ordusu- ne gün ama. Ne
gün ama. Ford Prefect Arthur’un evinin yıkılıp
yıkamamasının hiçbir kıyme harbiyesi olmadığını
biliyordu. Arthur’un endişeleri sürüyordu.

“Ona güvenebilir miyiz?” dedi.

“Bana kalırsa dünyanın sonuna kadar


güvenebiliriz,” dedi Ford.

“Ah tabii,” dedi Arthur, “bu süre ne kadar?”

“Yirmi dakika kadar,” dedi Ford, “hadi gel, bir


içkiye ihtiyacım var.”

2
Galak k Ansiklopedi'nin alkole ilişkin
söyledikleri şunlardır. Ansiklopedi alkolün fermente
şekerlerden oluşan renksiz değişken bir sıvı olduğu
söylüyor ve bazı karbon esaslı yaşam biçimleri
üzerindeki zehirleyici etkisine de dikkat çekiyor.

Her Otostopçunun Galaksi Rehberi de değiniyor


alkole. Varolan en iyi içkinin Pan Galak k Gargara
Bomba olduğundan söz ediyor. Diyor ki bir tek Pan
Galak k Gargara Bomba içmenin etkisi beynin,
etra na ince bir dilim limon sarılmış bir al n
külçesiyle sarhoş olması gibidir.
Rehber ayrıca en iyi Pan Galak k Gargara
Bomba’nm nerede harmanlandığını, yaklaşık olarak
fiya nı, ve daha sonra ayılabilmeniz için hangi
gönüllü kuruluşlara başvurabileceğiniz
söylemektedir. Rehber bu içkiyi kendi kendinize
nasıl yapabileceğinizi bile anla r. Bir şişe Eski Janx
Spirit boşal n der. Santragınus V denizlerinden bir
ölçü su ka n — Ah o Santragin deniz suyu, ah o
Santragin Balıkları!!!

Üç parça Arcturan Megacin’i bu karışımda


erimeye bırakın (uygun biçimde dondurulmuş
olmalı, aksi halde içindeki benzen uçabilir). Fallia
Bataklıkları’nda mutluluktan ölen Otostopçuların
anısına dört litre Fallian bataklık gazı köpürtü
içinde. Karanlık Qualac n Hipernane özünden bir
ölçüyü gümüş bir kaşık sır yla ekleyin. Bir Algolyalı
Güneşkaplanı dişi a n. İçkinin kalbine Algolya
Güneşlerinin alevlerini yayarak çözülmesini
seyredin.

Az Zamfur serpin.
Bir de zeytin.

İçin... ama... çok dikkatli.

Her Otostopçunun Galaksi Rehberi Galak ka


Ansiklopedisinden daha çok satılır.

* * *
“Al yarımlık bira” dedi Ford Prefect At ve
Tımar’ın barmenine. “Lü en çabuk, dünyanın sonu
gelmek üzere.”

At ve Tımar’ın barmeni bu davranışı


haketmiyordu, yaşlı, saygın bir adamdı.
Gözlüklerini burnunun ucuna i p Ford Prefect’e
gözlerini kırpış rarak bak . Ford onu
önemsemeden pencereden dışarı bakınca barmen
de çaresizce omuz silkerek hiçbir şey söylemeden
dönüp Arthur'a baktı.

Sonunda barmen, “Öyle mi bayım? Bunun için


çok güzel bir hava,” deyip biraları çıkarmaya
başladı. Sonra bir kez daha denedi.
“Öğleden sonra maçı seyrediyor muyuz?” Ford
ona baktı.

“Hayır, faydasız,” dedi, bakışlarını yeniden


pencereden dışarı çevirmeden önce.

“Neden? Sonuç belli mi sizce bayım?” dedi


barmen. “Arsenal'in hiç şansı yok mu?”

“Yo yo,” dedi Ford, “dünyanın sonu gelmek


üzere, ondan.”

“Evet, söylemiş niz,” dedi barmen, bu kez


gözlüklerinin üzerinden Arthur’a bakarak.

“Arsenal ancak böyle kurtulabilir.” Ford, müthiş


şaşkın, tekrar baktı ona.

“Hayır, değil aslında,” dedi. Sura nı as .


Barmen derin bir nefes alarak, “İşte bayım, al
yarımlık,” dedi.

Arthur hafifçe gülümsedi ona omuz silkerek.


Konuşulanların başkaları tara ndan duyulmuş
olması olasılığına karşı dönüp meyhanenin geri
kalanına da gülümsedi hafifçe. Barda Ford’un
yanında oturan adam bu iki adama bak , al
yarımlık şişeye bak , keskin bir aritme k hesap
yap kafasından, hoşuna giden bir sonuç çık ve
gözlerinde aptalca bir umutla sırıtarak onlara baktı.

“Uzak dur,” dedi Ford, adama Algonyalı bir


Güneş Kaplanı’nı bile kendi işine döndürecek bir
bakış fırlatarak “bizim onlar”.

Ford bara bir beş paund yapış rdı. ‘Üstü kalsın’


dedi. ‘Ne, beşlik mi? Sağolun bayım.’

‘Harcamak için on dakikan var.’

Barmen birazcık geri çekilmeye karar verdi.


“Ford” dedi Arthur, “neler oluyor söyler misin
bana?”

“İç,” dedi Ford, “bitirilecek üç yarımlığın var.”

“Üç yarımlık ?” dedi Arthur, “Öğle vakti?”


Ford’un yanındaki adam sırıtarak başını salladı
neşeli neşeli. Ford önemsemedi onu. “Zaman bir
yanılsamadır. Vakit iki bakımdan öğledir.”

“Çok derin,” dedi Arthur, “bunu Reader’s


Digest dergisine yolla. Senin gibiler için bir sayfaları
var.”

“İç.”

“Niye birden bire üç yarımlık?”

“Kas gevşetici, ihtiyacın olacak.”

“Kas gevşetici mi?”

“Kas gevşetici.”

Arthur birasına baktı.

“Bugün yanlış bir şey mi yap m,” dedi, “yoksa


dünya hep böyledi de ben mi fark edemeyecek
kadar içine kapanıktım.”
“Anlaşıldı,” dedi Ford, “açıklamaya çalışayım.
Birbirimizi ne zamandır tanıyoruz?”

“Ne zamandır?” diye düşündü Arthur.


“Hmmm, beş yıl gibi, belki de al ,” dedi. “Uzunca
bir kısmı şöyle ya da böyle bir anlam ifade ediyor şu
anda.”

“Tamam,” dedi Ford. “Guilford’dan değil de


Betelgeuse’ün çevresinde bir yerlerde küçük bir
gezegenden geldiğimi söylersem ne dersin?”

Arthur fark etmez der gibi omuz silkti.

“Bilmem,” dedi, bir yudum bira çekerek,


“Neden, söylemek istediğin bu türden bir şey mi?”

Ford aldırmadı. Dünyanın sonunun gelmek


üzere olduğu şu anda umursamaya değmezdi.
Yalnızca; “İç,” dedi.

“Dünyanın sonu geliyor.” dedi sezilebilir bir


kesinlikle.
Arthur meyhanenin geri kalanına hafifçe
gülümsedi yine. Meyhanenin geri kalanı surat as
ona. Adamın biri gülümsemeyi kesip kendi işine
bakmasını işaret e eliyle. “Bugün Perşembe
olmalı,” dedi Arthur kendi kendine, birasına
eğilerek, “Perşembelere hiç katlanamam.”

3
Bu özel Perşembe gününde, gezegen yüzeyinin
binlerce mil üzerinde, bir şeyler iyonosferde
ilerliyordu; gerçekte birçok bir şeyler, onlarca koca
sarı kütük yığınına benzer bir şeyler, apartmanlar
kadar kocaman, kuşlar kadar sessiz bir şeyler.
Güneş adlı yıldızın elektromanye k ışınları al nda
kolayca süzülerek, aheste aheste, toplanıyorlar,
hazırlanıyorlardı.

Altlarındaki gezegen, şu anda olmasını


istedikleri gibi, varlıklarından neredeyse tamamiyle
habersizdi. Koca sarı bir şeyler fark edilmeden
Gonnhilly’e gi ler, oradan sessizce Cape Caneveral
üzerinden geç ler, Woomera ve Jodrell Bank
bakmalarına karşın fark edemediler onları - çok
yazık çünkü bunca yıldır aradıkları şeydi onlar.

Fark edildikleri tek yer Etha-Al Duyu-Ma k


adında kendi kendine yanıp sönen küçük siyah bir
kutuydu. Ford Prefect’in alışkanlıkla boynuna as ğı
küçük deri çantanın karanlığında yuvalanmış .
Ford Prefect’in çantasının içindekiler gerçekten de
herhangi bir dünyalı fizikçinin gözlerini
yuvalarından rlatacak kadar ilgi çekiciydi, işte bu
yüzden onları sağda solda göstermek için yanında
taşıyormuş gibi yap ğı kenarları kıvrık birkaç
senaryonun altında gizliyordu.

Etha-Al Duyu-Ma k ve senaryolar dışında


çantasında bir Elektronik Parmak üzerinde birkaç
düğmesi ve göstergesi olan kısa, knaz, mat ve
pürüzsüz siyah bir çubuk; ve büyükçe bir hesap
makinesine benzeyen bir alet vardı. Bu ale n
üzerinde yüz kadar küçük düğme ve on san metre
kare büyüklüğünde, bir saniye içinde kapsadığı bir
milyona yakın “sayfa”dan birinin açılabileceği bir
ekranı vardı. Delicesine karmaşık görünüyordu.
İçine konulduğu plas k kılı n üzerinde büyük
dostça harflerle “PANİĞE KAPILMAYIN” yazmasının
nedenlerinden biri de buydu. Diğer nedeni de bu
ale n gerçekte Küçük Ayı'nın büyük yayıncılık
şirketlerinin o güne kadar çıkardıkları tüm yayınlar
arasında dikka en çok çeken olmasıydı -Her
Otostopçunun Galaksi Rehberi. Rehberin bir mikro
mezon-al elektronik araç olarak yayınlanmasının
nedeni şudur: eğer rehber normal bir kitap
biçiminde yayınlansaydı, gezegenlerarası bir
otostopçu yanında taşıma sorunları yaratan birkaç
tane koca binayla dolaşmak zorunda kalacaktı.

Bunların al nda, Ford Prefect’in çantasında bir


not de eri ve Mark and Spencer mağazasından
alınmış büyükçe bir banyo havlusu vardı.

* * *
Her Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin havlular
konusunda da söyleyecek bir çi sözü
bulunmaktadır. Bir havlu, der rehber,
gezegenlerarası bir otostopçunun yanında
bulundurabileceği en kullanışlı şeydir. Pra k değeri
yüksek r - Jaglan Beta’nın soğuk aylarında
sıçrarken ısınmak için sarınabilirsiniz. Santraginus
V'in parlak mermer kumsallarında keskin deniz
buharını soluyarak üzerine uzanabilirsiniz; çöl
gezegen Kakrafoon’da kıpkırmızı parıldayan
yıldızların al nda uyurken üstünüzü örtebilirsiniz;
ağır aksak nehir Moth üzerinde küçük bir kayıkta
giderken yelken olarak kullanabilirsiniz; göğüs
göğüse kavgada kullanmak için ıslatabilirsiniz;
başınıza sarıp zehirli dumanlardan ya da Traal’ın
Yır cı Cırlayan Canavarı'ndan (kafa sıyır cı biçimde
aptal bir hayvan, onu göremiyorsanız sizi
göremediğini farz eder; bir fırça kadar zeki, ama çok
çok yır cı) korunabilirsiniz; acil durumlarda bir
imdat sinyali olarak sallayabilirsiniz, veya eğer hâlâ
yeterince temiz görünüyorsa kurulanabilirsiniz.

Daha da önemlisi, bir havlunun çok büyük


psikolojik değeri vardır. Herhangi bir nedenle, bir
gezgin (gezgin: otostopçu olmayan) otostopçunun
yanında bir havlu taşıdığını keşfederse, doğrudan
doğruya bir diş rçasının, kar maskesinin,
sabununun, bir paket bisküvisinin, matarasının,
pusulasının, haritasının, bir yumak ipinin, böcek
zehirinin, yağmur donanımının, uzay elbisesinin, vs
vs olduğunu da varsayacak r. Dahası gezgin
otostopçuya her nasılsa “kaybetmiş” olduğu bu
sözü geçenleri ve daha birçok malzemeyi seve seve
verecek r. Gezgin, galaksiyi enine boyuna gezen,
didinen, uğraşan, korkunç tehlikeler karşısında
savaşan, kazanan, ve hâlâ havlusunun nerede
olduğunu bilen birinin açıkça kayda değer birisi
olduğunu düşünecektir.

Böylece otostopçu argosuna şöyle bir deyiş


yerleşmiş r: ‘Hey, şu bizim yamru Ford Prefect’i
derdin mi? Onun havlusunun nerede olduğunu
bilen bir gomak gördüm.’

(Dermek: bilmek, farkında olmak, karşılaşmak,


cinsel ilişkide bulunmak; yamru: kafadengi; gomak:
fena halde kafadengi).

* * *
“Yanında havlun var mı?” diye sordu Arthur’a
birdenbire. Üçüncü yarımlığı devirmeye uğraşan
Arthur ona baktı.

“Neden? Ne... lazım mıydı?” Sonra şaşırmış


görünmekten vazgeç , ar k anlamsız geliyordu.
Ford sinirli sinirli diliyle damağından “cık” sesi
çıkardı.

“İç,” diye dür ü onu. O anda dışarıdan gelen


tok bir gümbürtü meyhanenin hafif uğultusundan,
müzik dolabının sesinden, Ford’un yanındaki
adamın Ford’a nihayet ısmarla ğı viskisinin
üzerinde çıkardığı hıçkırık sesinden süzülerek geldi.
Arthur birasını püskürtüp ayağa fırladı.

“Nedir bu?” diye kekeledi.

“Endişelenme,” dedi Ford, “henüz başlamadı.”

“Tanrıya şükür,” dedi Arthur, rahatlamıştı.

“Muhtemelen senin evi yıkıyorlardır,” dedi


Ford, son yarımlığı dikmeden önce.
“Ne?” diye bağırdı Arthur, Ford’un yap ğı büyü
aniden bozulmuştu. Arthur hiddetle etra na bakıp
pencereye koştu.

“Tanrım, evet! Evimi yıkıyorlar. Bu meyhanede


ne işim var Ford?”

“Şu aşamada hiç fark etmez,” dedi Ford, “bırak


da keyiflerine baksınlar.”

“Keyif?” diye kekeledi Arthur. “Keyif!” Aynı


şeyden söz edip etmediklerini anlamak için hızla bir
göz attı dışarıya.

“Keyifleri batsın onların” diye haykırarak rladı


meyhaneden elindeki hemen hemen boşalmış bira
bardağını ö eyle savurarak. Bu öğle doğru dürüst
muhabbet kuramamıştı meyhanede.

“Durun eşkiyalar! Ev yıkıcılar!” diye haykırdı


Arthur.

“Gözü dönmüş barbarlar, durun diyorum size,


durun!” Ford onun arkasından gitme gereği duydu.
Hızla barmene dönüp dört paket fıstık istedi.

“İşte bayım,” dedi barmen, paketleri tezgaha


çarparak, “yirmisekiz pens rica edeyim zahmet
olmazsa.” Ford çok iyi yürekliydi - üstünün
kalmasını söyleyerek barmene ikinci bir beşlik verdi.
Barmen bir paraya, bir Ford'a bak . Birdenbire
ürperdi: İçini bilmediği çünkü dünyada daha önce
kimsenin tatmadığı bir duygu kapladı bir an için.
Yoğun gerilim anlarında varolan her varlık biçimi
hafif bir bilinçal sinyali yayar. Bu sinyal varlığın
doğduğu yerden olan uzaklığını doğru ve hüzünlü
bir biçimde ile r. Dünya yüzünde doğum
yerinizden on al bin milden uzakta olmanıza
imkan yoktur, bu uzaklık da çok az olduğundan
sinyaller algılanamayacak kadar zayı ır. Ford
Prefect o anda büyük gerilim al ndaydı ve 600 ışık
yılı uzaklıkta Betelgeuse civarında doğmuştu.
Barmen akılalmaz bir uzaklık duygusunun etkisiyle
afalladı bir an. Bunun ne anlama geldiğini
bilmiyordu, Ford Prefect’e yenilenen bir saygıyla,
adeta korkuyla baktı.
“Ciddi misiniz bayım?” dedi meyhanenin
sessizleşmesine neden olan hafif bir fısıltıyla.

"Dünyanın sonu mu geldi sizce?”

“Evet,” dedi Ford.

“Ama, bu öğleden sonra mı?” Ford kendini


toparladı, Boşvermişti artık.

“Evet,” dedi tatlılıkla, “iki dakikadan az bir süre


sonra tahmin ederim.” Barmen kurduğu bu
diyaloğa inanamıyordu ama az önceki duygularına
da inanamıyordu.

“Yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu yani?” dedi.

“Hayır, hiç,” dedi Ford s kları cebine karken.


Sessiz meyhanede biri aniden kaba bir kahkaha ile
gülmeye başladı insanların şaşkınlığına. Ford’un
yanında oturan adam birazcık sarhoş olmuştu
artık. Gözleri Ford’a kaydı.

“Dünyanın sonu geldiğinde,” dedi “yere


uzanmak ya da başımıza bir kesekağıdı geçirmek
gibi bir şeyler yapmak gerektiğini sanırdım hep.”

“Eğer isterseniz elbette,” dedi Ford.

“Askerde böyle dedilerdi,” dedi adam, gözleri


viski bardağına doğru uzun yolculuğa başlarken.

“Yararı olur mu?” diye sordu barmen.

“Hayır,” dedi Ford dostça bir gülümsemeyle.


“afedersiniz,” dedi, “gitmem gerekiyor.” Bir el
işaretiyle ayrıldı.

Meyhane bir an daha sessiz kaldı ve daha sonra


kaba saba adam rahatsız edici kahkahasını savurdu
yine. Meyhaneye birlikte sürüklediği kız son bir saat
içinde nefret etmeye başlamış ondan, adamın bir
buçuk dakika sonra birdenbire bir hidrojen, ozon
ve karbonmonoksit dumanına dönüşeceğini
düşünmek kızı faslasıyla tahmin ediyor olmalıydı.
Ama o an geldiğinde kendisi de buna dikkat
edemeyecek kadar buharlaşmakla meşgul olacak .
Gırtlağını temizledi barmen. Dudaklarından şu
kelimelerin döküldüğünü fark etti.

“Son siparişler lütfen.”

* * *
Koca sarı makinalar hızlanıp dalışa geçmişlerdi.
Ford onların orada olduklarını biliyordu. Böyle
olsun istemezdi. Daracık yolda koşmakta olan
Arthur evine ulaşmak üzereydi. Havanın aniden
nasıl soğuyuverdiğini, çıkan rüzgarı, birden bire
anlamsızca başlayan uğultulu yağmuru fark
etmedi. Bir zamanlar evi olan moloz yığınının
üzerine çöreklenmiş buldozerlerden başka hiçbir
şey umurunda değildi.

“Barbarlar!” diye haykırdı. “Belediye Konseyini


dava edeceğim! Ellerindeki her kuruşu alacağım!
As racağım, kırk ka rla çek receğim, kırk sa rla
kes receğim, sürüm sürüm süründüreceğim!
Kırbaçlatacağım! Haşlayacağım... sonunda...
sonunda... hakkından gelene kadar.”
Ford ardından hızla koşuyordu. Çok ama çok
hızlı.

“Sonra yine yapacağım aynısını!” diye haykırdı


Arthur.

“Sonra da parçalarının üzerinde tepineceğim!”


Arthur adamların buldozerlerden çıkıp koştuklarını
fark etmedi;

Bay Prosser’in telaşla gökyüzüne bak ğını da.


Bay Prosser'in fark etmiş olduğu şey kocaman sarı
bir şeylerin bulutların arasından gürültüyle
sıyrıldığıydı. Aklın alamayacağı kadar kocaman sarı
bir şeyler. “Üstlerinde tepineceğim hep,” diye
haykırdı Arthur, koşarak, “ayaklarım su toplayana
dak, ayaklarım su toplayana dek, ya da aklıma daha
da kötü bir şeyler gelene dek, sonra da...” Arthur
kendi etra nda döndü, boylu boyunca yere yapış
sonra, yuvarlandı ve sırtüstü kalakaldı. En sonunda
tuhaf bir şeyler döndüğünü anlamış . Parmağıyla
yukarıyı gösterdi.

“Bu Allahın belası da ne?” diye cıyakladı.


Yukarıdaki herneyse, gökyüzünü insanın tüylerini
ürperten bir sesle yarıp, arkasında kulak arkasında
insanın kulaklarını kafatasının içine gömen
“gümbürdeme” ile kapanan bir hava boşluğu
bırakan devasa sarılık havada süzüldü.

Onu bir diğeri izledi aynı şeyi biraz daha yüksek


sesle tekrarlayarak.

Gezegen yüzeyindeki insanların o anda ne


yap klarını söyleyebilmek güçtü çünkü onlar da ne
yap klarını bilmiyordu. Yap kları hiçbir şey bir
anlam ifade etmiyordu -evlerin içine kaçışmak,
kendini evin dışına atmak, korkunç sese karşı
sessizce ulumak. Tüm dünyada sokakları dışarıya
rlayan insanlarla dolduran, arabaları birbirine
sokan bu ses tepelerin ve vadilerin çöllerin ve
okyanusların üzerinden her şeyi yok eden bir gelgit
dalgası gibi yuvarlanıp geçti.

Yalnızca bir kişi gözlerinde korkunç bir keder ve


kulaklarında las k kaçlarla durup gökyüzünü
seyre . Olup bitenleri bir tek o anlamaktaydı.
Başucundaki Etna-Al Duyu-Ma k gecenin
sessizliğinde sinyal vermeye başlayıp da onu
uykusundan sıçra ğından beri nelerin
yaşanacağını biliyordu. Bunca yıldır beklediği şeydi,
ama küçük karanlık odasında mesajı çözdüğünde
içini bir ürper sarmış, yüreğinin sıkış ğını
hissetmiş . Galaksideki onca ırkın içinde, Dünya
gezegenine gelip bir merhaba diyecek olanlar
Vogonlar olmamalıydı diye düşündü. Ne yapması
gerek ğini biliyordu. Vogon filosu yukarıda
gürültüyle uçarken aç çantasını. Joseph ve Renkli
Müthiş Düşyeleği’nin bir nüshasını alıp rla ,
ardından da Tanrı Kelamı’nın bir nüshasını, gi ği
yerde onlara ih yacı olmayacak . Her şey hazırdı,
her şey yolundaydı. Havlusu nerede olduğunu
biliyordu.

* * *
Ani bir sessizlik çöktü Dünyaya. Korkunç
gümbürtüden daha korkunç bir şey varsa o da bu
sessizlik . Bir süre yaprak kımıldamadı, çıt çıkmadı.
Koca gemiler Dünyadaki her ülkenin üzerinde
sessizce asılı kaldı. Doğaya bir küfür eder gibi
büyük, ağır, kımıl sız, asılı duruyorlardı. Birçok kişi
gördükleri şeye kafalarında bir anlam vermeye
çalışarak şaşkınlıkla bakıyorlardı. Gemiler
gökyüzünde tuğlalar gibi dizilmişlerdi.

Hâlâ hiçbir şey olmuyordu. Sonra hafif bir sıl ,


açık havada aniden yayılan sesin sıl sı duyuldu.
Dünyadaki bütün televizyonlar, bütün teypler, tüm
pes sesleri veren hoparlörler, tüm z sesleri veren
hoparlörler sessizce açıldılar. Her konserve kutusu,
her çöp tenekesi her pencere, her otomobil, her
bardak, her paslı metal parçası mükemmel bir ses
yükselticisine dönüşmüştü.

Dünya yıkılmadan önce bu en kusursuz ses


sistemi, kurulmuş en mükemmel anons cihazı
olacak . Ama ortada konser, müzik, şamata falan
yoktu, sadece bir-duyuru okunuyordu. “Dünya
halkı lü en dikkat.” dedi bir ses, müthiş . Çok
düşük bir distorsiyon düzeyi, en sert insanı bile
ağlatabilecek müthiş ve kusursuz kuadrofonik bir
ses.
“Burası Galak k Uzayüstü Planlama Konseyi
Vogon Filosu, ’’ diye sürdürdü ses. “Hiç şüphesiz
bildiğiniz üzere, Galaksinin uzak köşelerinin imar
planlarına göre yıldız sisteminizden uzayüstü
boyu a bir ekspres yol geçmektedir; üzülerek
söylüyorum ki gezegeninizin bu nedenle is mlak
edilmesi gerekmektedir. İşlem sizin Dünya
saa nizle iki dakikadan az bir zaman alacak r.
Teşekkür ederim."

Anons kesildi. Tarif edilmesi zor bir dehşet


çöktü izleyenlerin üzerine. Dehşet dalgası, insanlar
demir tozuymuş da altlarında bir mıkna s
gezdiriliyormuşcasına ilerledi kalabalıkta. Panik
filizlendi yeniden, dehşetli bir panik, ama kaçacak
bir yer yoktu. Bunu gören Vogonlar yeniden
anonsa başladılar. Anons şöyleydi:

“Bunda şaşıracak bir şey yok. Projenin bütün


planları ve is mlak emirleri Dünya zamanıyla elli
yıldır Alfa Centauri’deki yerel planlama bölümünde
askıdaydı, yani resmi i razlar için yeterince zaman
varken şimdi yaygara yapmanız anlamsız. ”
Anons yeniden kesildi yankısı uzaklarda
kaybolurken. Kocaman gemiler zorlanmadan
yavaşça ters döndüler gökyüzünde. Herbirinin
al nda bir kapak açıldı, boş, karanlık bir dörtgen.
Bu arada bir yerlerde birileri bir radyo vericisi
ayarlamış, uygun dalgaboyunu saptamış ve Vogon
gemilerine gezegen adına ricada bulunmuştu.
Onların Vogonlar’a neler söylediğini kimse
duymadı, duyulan yanı yalnızca. Anons tekrar
açıldı. Ses sıkkındı. Şöyle dedi:

“Ne demek kimse Alfa Centauri’ye gitmedi?


İnsanoğlu yapma allah aşkına, Alfa Centrum dört
ışık yılı uzakçıkta. Darılmayın ama, yerel sorunlarla
ilgilenme zahme ne katlanamıyorsanız kendi
bileceğiniz iş. ”

“Tahrip ışınlarını verin. ” Dörtgenlerden ışık


boşandı.

“Bilemiyorum,'” dedi anonsdaki ses, “sevimsiz


kahrolası gezegen, hiç sevmedim burayı. ” Ses
kesildi.
Korkunç ve dehşetli bir sessizlik.

Korkunç ve dehşetli bir ses.

Korkunç ve dehşetli bir sessizlik.

Vogon İnşa Filosu yıldızlı karanlık boşlukta


uzaklaştı.

4
Uzakta, Galaksinin karşı sarmal kolunda, Güneş
gezegeninden beş yüz bin ışık yılı uzakta, Zaphod
Beeblebrox, Kraliyet Galak k Hüküme ’nin
Başkanı, Damogran güneşi al nda parıldayan iyon
motorlu delta teknesiyle Damogran denizleri
üzerinde ilerliyordu. Sıcak Damogran; yaban
Damogran; hemen hemen hiç bilinmeyen
Damogran.

Damogran, Al n Kalbin gizli yuvası. Tekne


suyun üzerinde kaymayı sürdürdü. Hedefine
ulaşması biraz zaman alacaktı çünkü Damogran son
derece elverişsiz yapıya sahip bir gezegendi. Endişe
verici genişlikte okyanuslarla bölünmüş büyük ıssız
adalardan başka bir şey yoktu üzerinde.

Tekne hızla yoluna devam etmekteydi.


Topografik çarpıklığı yüzünden boş bir gezegen
olarak kalmış . İşte bu yüzden Kraliyet Galak k
Hüküme burayı Al n Kalp projesi için seçmiş ,
çünkü burası o kadar ıssızdı ve Al n Kalp projesi de
o kadar gizliydi ki. Tekne denizde, bütün gezegende
kullanılabilir büyüklükteki tek adalar topluluğunun
ana adaları arasındaki denizde kaymayı sürdürdü.
Zaphod Beeblebrox, Paskalya Adası’ndaki
(tamamiyle anlamsız bir isim benzerliği,
Galak kçede küçük düz ve açık kahverengi
anlamına gelir) küçük bir uzay üssünden, bir başka
anlamsız isim benzerliğinden ötürü Fransa denilen,
Altın Kalp adasına doğru yola çıkmıştı.

Al n Kalp çalışmalarının yan etkilerinden biri,


bir dizi oldukça anlamsız rastlan ydı. Fakat
bugünün, yani proje zirvesi gününün, perdenin
açıldığı ve Al n Kalbin sonunda görkemli bir
Galaksi’ye tanıtıldığı bu büyük günün aynı zamanda
Zaphod Beeblebrox için de büyük bir gün olması bir
rastlan değildi. Başkanlık seçimlerine bugünün
ha rı için ka lmaya karar vermiş ve bu karar
Kraliyet Galaksisinde şok yaratan şaşkınlık dalgaları
yaymış . -- Zaphod Beeblebrox? Başkan? Bizim
Zaphod Beeblebrox? Bize Başkan? Birçokları bunu
bilinen bütün varlıkların hepten keçileri kaçırdığının
perçinleyici bir kanıtı olarak gördüler.

Zaphod sırı ve tekneyle hız verdi. Zaphod


Beeblebrox, maceracı, eski hippi, muhabbetçi
(düzenbaz? belki de), çılgın serbest gazeteci, insan
ilişkilerinde son derece kötü, genellikle tamamiyle
boşta gezer.

Başkan?

Kimse keçileri kaçırmamış , en azından bu


kadar değil. Bütün Galakside yalnızca al kişi
Galaksinin nasıl yöne ldiğini biliyordu, Zaphod
Beeblebrox Başkanlık yarışına kalkış ğını
açıklandığında bunun bir oldu bi olduğunu
anladılar: Başkanlık için ideal bir yemdi.
Anlayamadıkları şey, Zaphod’un bunu neden
yaptığıydı.

Güneşe doğru sudan bir duvar sıçratarak büyük


bir dalganın üzerinden atladı. Gün bugündü; gün
Zaphod’un ne dümenler çevirdiğini anlayacakları
gündü. Gün Zaphod Beeblebrox’un Başkanlığının
ne anlama geldiğinin belli olacağı gündü. Bugün
ayrıca onun iki yüzüncü yaşgünüydü ama bu da
anlamsız rastlandılardan biriydi. Teknesiyle
Damogran denizlerinde kayarken kendi kendine ne
müthiş ve hececanlı bir gün yaşayacağını düşündü.
Gevşeyip kendini bırak , iki kolunu da uyuşukluk
içinde koltuğunun iki yanından sarkı . Tekneyi
daha iyi kayak boksu yapabilmek için geçenlerde
sağ omzuna takdırdığı takma koluyla kullanıyordu.
‘Hey’ diye söylendi kendi kendine, “gerçekten de
soğukkanlı bir hergelesin sen.” Ama sinirleri
gerilmiş tın tın ötüyorlardı.

Fransa adası, yaklaşık yirmi mil uzunluğunda,


ortası (beş mil genişliğinde hilal biçiminde kumluk
bir adaydı. Gerçekte kendi başına bir ada olmaktan
çok kocaman bir koyun sınırlarını ve şeklini
belirliyordu. Bu izlenimi hilalin iç tara nı tamamiyle
kaplayan dik yamaçlı tepeler daha da
güçlendiriyordu. Hafif bir eğim tepelerin
zirvesinden diğer kıyıya doğru uzanmaktaydı.

Tepelerden en yükseğinin zirvesinde bir


kutlama komitesi bulunuyordu.

Komiteyi Al n Kalbi inşa eden mühendis ve


araş rmacıların büyük bölümü oluşturuyordu -
bunların çoğu insansıydı, ama sağda solda birkaç
sürüngensi atom ustası, üç-dört yeşil hayaletsi
maksimegalak kalı, bir veya iki ahtapotsu
fizikoyapı ustası ve bir Hooloovoo (Hooloovoo
olağanüstü zeki mavi renkli bir gölgedir)
dolaşmaktaydı. Hooloovoo’nun dışında herkes
rengarenk tören elbiselerini kuşanmışlardı;
Hooloovoo ise bu vesileyle kendini geçici olarak
havada asılı duran bir prizmaya dönüştürmüştü.
Hepsinde ürper ci, yoğun bir heyecan hakimdi.
Birlikte ve teker teker fizik yasalarının en uç
noktalarına ve ötesine gitmişler, maddenin temel
dokusunu yeniden kurmuşlar, olasılık ve
olasılıksızlık kurallarını evirip çevirmişlerdi, ama yine
de en heyecan verici olanı boynunda turuncu
kurdelesi olan bir adamla tanışmak . (Turuncu
kurdele Galaksi Başkanı’nın geleneksel
aksesuarıdır.) Galaksi Başkanı’nın tam olarak ne
kadar güçlü olduğunu bilmek bile onlar için çok şey
değiş rmeyecek : Başkanın hiçbir gücü yoktu.
Galakside yalnızca al kişi Galaksi Başkanı’nın işinin
güç kullanmak değil, dikkatleri bu güçten uzak
tutmak olduğunu biliyordu.

Zaphod Beeblebrox bu işte çok başarılıydı.


Koyun girişindeki burnu dolanıp suları yararak koya
siren başkanlık teknesinin usta manevrası ve güneş
ışığı karşısında kalabalığın nefesi kesilmiş gözleri
kamaştı.

Tekne suyun üzerinde geniş zigzaglar çizerek


yaklaşırken yanıp sönen ışıklar saçıyordu. Aslında
görülmeyen bir iyonize atom yas ğının üzerinde
ilerleyen teknenin suya falan değdiği yoktu, sadece
gösteriş olsun diye al nda suya indirilebilen
çıkın ları vardı. Bu çıkın lar tekne koyda ilerlerken
derin kıvrımlar halinde sıl yla şkırıp bükülerek
teknenin gerisine köpüklerle dökülen su perdeleri
yaratıyordu.

Zaphod gösterişi severdi: en iyi yap ğı şeydi.


Zaphod dümeni kırdı aniden, tekne tepe yamacının
karşısında suları biçerek çılgın bir dönüşle savruldu
ve dalgalı suyun üzerinde duruverdi.

Birkaç saniye sonra güverteye çıkıp üç


milyardan fazla kişiye gülümseyerek el salladı. Üç
milyar kişi orada değildi ama Başkan’ın her
hareke ni havada asılı duran küçük bir üç-B, robot
kameranın gözünden izliyorlardı. Üç-B’ler başkanın
an kalıklarına her zaman büyük bir kitlenin
hayranlık duymasını sağlardı- zaten varlık nedenleri
de buydu. Yine sırı . Üç milyar al kişinin henüz
haberi yoktu ama bugün herkesin beklediğinden
daha antika bir gün olacaktı.
Robot kamera Başkan’ın iki başından daha
tanınmış olanını yakından görüntülemek için yer
değiş rirken Başkan tekrar el salladı. Başkan
fazladan kafası ile üçüncü kolunu saymazsak,
görünüşte insansıydı. Dağınık sarı saçları
karmakarışık . Mavi gözleri tümüyle tanımlanması
olanaksız bir parıl yla parlıyordu, çeneleriyse
hemen her zaman tıraşsızdı.

Teknesinin yanında yuvarlanan zıplayan al


metre çapındaki saydam küre güneşin al nda
parlıyordu. Kürenin içinde yarım daire biçiminde
kırmızı deri döşeli gözalıcı bir divan yüzüyordu: küre
ne kadar yuvarlanıp zıplarsa zıplasın, divan tersine
pkı döşeli bir kaya gibi kımıl sız duruyordu
yerinde. Bütün her şey gibi, bu da gösteriş için
yapılmıştı.

Zaphod kürenin çeperinden geçip divana


kuruldu. İki kolunu divanın arkalığının üzerine
atarken, üçüncüsü ile de dizindeki tozları silkeledi.
Başlar çevrelerine gülümseyerek bakarlarken
ayaklarını yukarıya uza . İçinden haykırmak
geliyordu. Su kürenin al nda kaynaşmaya,
köpürmeye, fokurdamaya başladı. Küre bir
skiyenin üzerinde zıplayıp yuvarlanarak havaya
rladı. Tepeye hareler düşürerek daha yükseğe
rmandı. Al na çarpan sular onlarca metre
aşağıdaki deniz yüzeyine dökülürken küre daha da
yükseldi.

Zaphod dışarıdan görünüşünü düşünerek


gülümsedi. Belki baştan aşağı gülünç bir taşıma
yöntemiydi ama-oldukça keyifliydi. Küre tepenin
zirvesinde bir süre duraladıktan sonra bir rampaya
sıçrayıp küçük çukur bir pla orma yuvarlanarak
durdu.

Şiddetli alkışlarla dışarıya adım a Zaphod


Beeblebrox, turuncu kurdelesi güneşte parlıyordu.
Galaksi Başkanı gelmiş . Alkışların dinmesini
bekleyip selamlamak için elini kaldırdı.

“Merhaba” dedi.

Hükümet görevlisi bir örümcek yan yan


Başkan’a doğru gidip daha önceden hazırlanan
konuşma metninin bir kopyasını eline
tutuşturmaya kalk . Metnin aslının üçten yediye
kadar olan sayfaları o anda koydan aşağı yukarı beş
mil kadar uzakta Damogran denizinde
yüzüyorlardı, ilk iki sayfa ise bir Damogran Tepeli
Kartalı tara ndan kurtarılıp kartalın icadı olan
olağandışı yeni bir yuvaya yerleş rilmiş . Büyük
oranda kağıt hamurundan imal edilmiş bu yuvadan
yumurtadan yeni çıkmış bir yavrunun düşmesi
hemen hemen olanaksızdı. Damogran Tepeli Kartalı
türlerin haya a kalması kavramını duymuştu ama
bununla ilgilenmemiş . Zaphod Beeblebrox’un
önceden hazırlanmış konuşmaya ih yacı
olmadığından örümceğin uza ğı kopyayı da
nazikçe geri çevirdi.

‘Merhaba’ dedi yine.

Herkes ona bakıyordu, en azından hemen


hemen herkes.

Kalabalıkta Trillian’ı seç . Söylendiğine göre


Trillian, Zaphod’un bir gezegeni ziyare nde yalnızca
eğlence olsun diye tavladığı bir kızdı. İnce, esmer,
insansı, dalgalı uzun siyah saçlı, büyük ağızlı, küçük
burunluydu ve gülünç kahverengi elbisesiyle bir
Arap’a benziyordu. Orada tabii ki hiç kimse Arap
diye bir şey duymamış . Araplar çok az bir zaman
önce yokolmuşlardı, yokolmadan önce de zaten
Damogran’dan beş yüz bin ışık-yılı uzakta
bulunuyorlardı. Trillian özel biri değildi, ya da
Zaphod öyle iddia ediyordu. Kız onunla çok gezip
tozmuştu ve onun hakkında düşündüklerinin
hepsini söylemişti.

“Merhaba tatlım,” dedi kıza.

Kız ani ve keskin bir bakıştan sonra başını


çevirdi. Tekrar dönüp daha sıcak bir gülümsemeyle
baktığında da Zaphod başka bir yere bakıyordu.

“Merhaba” dedi basın denen, kenarda durup


‘Merhaba’ demeyi kesip bir an önce demecine
geçmesini umut eden yara k yumağına. Onlara
özel olarak sırı çünkü birkaç saniye sonra
demecin ne olduğunu göreceklerdi.
Daha sonra söylediklerinde basının kullanacağı
pek bir şey yoktu. Par yetkililerinden biri
Başkan’ın kendisi için yazılmış harika konuşmayı
açıkça okuma eğilimi göstermediğini üzülerek fark
edince cebindeki uzaktan kontrol ale nin
düğmesine bas . Ötede önlerinde gökyüzüne
uzanan koskocaman beyaz bir kubbe ortasından
çatlayıp ayrıldı ve katlanarak kendini yavaşça
toprağa bırak . Her şeyin böyle gerçekleşeceğini
biliyorlardı çünkü böyle inşa etmişlerdi ama gene
de solukları kesilmişti.

Tam al nda kocaman, parlak bir koşu


ayakkabısına benzeyen, yüz elli metre uzunluğunda
kusursuz ve insanın aklını kaçırtacak kadar güzel
uzay gemisi uzanıyordu. Geminin kalbinde galaksi
tarihinde, bu gemiyi eşsiz kılan o güne kadar icat
edilmiş en kafa karış ran alet, gemiye adını veren
altın kutu içinde duruyordu: Altın Kalp

“Vay be!” dedi Zaphod Beeblebrox Al n Kalbe.


Söyleyebileceği fazla bir şey yoktu.
Basını kızdıracağını bildiğinden bir kez daha
yineledi.

“Vay be!”

Kalabalık bir beklen içinde yüzlerini tekrar ona


çevirdiler. Kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak
kendisine bakan Trillian’a göz kırp . Kız onun ne
söylemek üzere olduğunu da, bunun büyük bir
gösteri olacağını da biliyordu.

“Bu gerçekten inanılmaz” dedi Zaphod. “Bu


gerçekten tamamen inanılmaz. Öyle inanılmaz
derecede inanılmaz ki içimden onu çalmak geliyor.”

Müthiş bir Başkanlık demeci, biçimsel olarak


tamamıyla doğru. Kalabalık memnuniyetle güldü,
gazeteciler sevinçle Etha-Al Haber-Ma klerinin
düğmelerine bastılar, Başkan sırıttı.

Bir yandan sırı yordu ama kalbi dayanılmaz bir


hızla çarpıyordu ve cebinde sessizce yatan Fele-
Ma k bombasının düğmesine bas . Sonunda
kendini daha fazla tutamadı. Başlarını yukarıya
göğe kaldırıp majör üçlü vahşi bir çığlık koyverdi,
bombayı yere a ve bir anda donup kalıveren
gülümseyen yüzler denizinin arasından ileriye
doğru koşmaya başladı.

5
Prostetnik Vogon Jeltz diğer Vogonlar’ın
gözüne dahi hoş görünmezdi. Son derece iri
kemerli burnu domuza benzeyen dar bir alından
ileri uzanıyordu. Koyu yeşil kauçuğa benzeyen cildi
Vogon Yur aşlık Hizme Poli kası oyununu
oynamasına, hem de adamakıllı oynamasına
elverecek kadar kalın, hiçbir olumsuz etkiye
uğramadan sonsuza dek denizlerin binlerce metre
dibinde yaşamasını sağlayacak kadar da su
geçirmezdi.

Tabii ki bu yüzmeye olan düşkünlüğünden


ötürü böyle değildi. Yüklü günlük programı buna
izin vermiyordu. O olması gerek ği gibiydi çünkü
milyarlarca yıl önce Voganlar Vogsphere’in ilkel
hareketsiz denizlerinden dışarıya sürünüp
kendilerini nefes nefese soluyarak gezegenin el
değmemiş kıyılarına çek klerinde... genç parlak
Vogsol güneşinin ilk ışıklarının o sabah üzerlerine
vurmasıyla sanki evrimin güçleri onları orada
bırakıvermiş . Bir daha evrimleşmediler: aslında
yaşamlarını hiç sürdürmemeleri gerekirdi.

Gerçekte yap kları, bu yara kların kaz kafalı


kuş-beyinli inatçılığına bir takdir sayılırdı. “Evrim?”
diyorlardı kendi aralarında, “ne gereği var ki?” ve
iğrenç anatomik uygunsuzluklarını cerrahi
yöntemlerle düzeltmeyi becerene dek doğanın
onlar adına yapmadıklarından mahrum yaşadılar.

Bu arada Vogon gezegenindeki doğal güçler


önceki ihmallerini telafi etmek için fazla mesai
yapıyorlardı. Bu yüzden Vogonların demir çekiçlerle
elmas gibi ışıldayan kabuklarını kırıp yedikleri çevik
yengeçler; bunların e ni kavurmak için kesip
yak kları gökyüzüne uzanan nefes kesici
güzellikteki ağaçlar; Vogonların yakalayıp üstlerine
oturdukları ipek tüylü, buğulu gözlü ceylan gibi
yara klar tasarlamışlardı. Bu yara klar taşımacılıkta
kullanılmıyordu çünkü hemen kırılıveriyordu belleri,
Vogonlar yine de oturuyorlardı üstlerine.

Cansıkıcı bir bin yıl böylece geçip gi , ta ki


Vogonlar ansızın yıldızlararası yolculuğun sırlarını
keşfeden dek. Birkaç kısa Vog yılı içinde bütün
Vogonlar Galaksinin siyasi merkezi olan
Megabran s yıldız kümesine göç e ler, ve şimdi
Galak k Vatandaşlık Hizmetleri'nin güçlü
belkemiğini oluşturuyorlar. Öğrenmeye, yol
yordam tanımaya, medeni olmaya çalış lar, ama
çağdaş Vogon birçok bakımdan ilkel atalarından
pek farklı değildir. Her yıl anavatanlarından
yirmiyedi bin elmas gibi ışıldayan çevik yengeç
ge r lip içkili bir gece sonrasında demir çekiçlerle
paramparça edip yerler.

Prostetnik Vogon Jeltz pik Vogon özellikleri


gösteren tam bir alçak . Üstüne üstlük de
otostopçulardan hiç hazzetmezdi.

* * *
Prostetnik Vogon Jeltz’in sancak gemisinin
bağırsaklarının derinliklerinde bir yerlere gömülü
küçük karanlık bir kabinde minik bir kibrit alevi çaktı
sinirli sinirli. Kibri n sahibi bir Vogon değildi, ama
onlar hakkında her şeyi biliyordu ve sinirli olmakta
haklıydı. Bu* Ford Prefect’ti.

Kabinde çevresinde bakındı ama iyi


göremiyordu; zayıf trek alevin ışığında ürkünç
gölgeler sıçrayıp dolandılar çevresinde, her yer
sessizdi. Dentrassilere sessiz bir teşekkür e
soluğunu verirken. Bir oburlar kabilesi olan
Dentrassiler vahşi ama canayakın bir topluluktu.
Vogonlar onları kendilerini fazlasıyla kendileri
olarak koruyabildileri için uzunyol filolarında iaşe
memuru olarak işe almışlardı.

Bu Dentrassilerin de işine geliyordu çünkü


uzaydaki en sağlam paralardan biri olan Vogon
parasını seviyorlardı, ama Vogonların kendilerinden
nefret ediyorlardı. Bir Dentrassi’nin isteyebileceği
tek Vogon canı sıkkın bir Vogon ’du. Ford Prefect
bu küçücük bilgi parçası sayesinde bir hidrojen,
ozon ve karbonmonoksit üfürüğü olmaktan
kurtulmuştur.

Hafif bir inleme işi . Kibri n ışığında yerde


hafifçe kımıldayan ağır bir şekil gördü. Çabucak
salladı kibri , elini cebine a , aradığını buldu ve
çıkardı. Kabını sıyırdı ve salladı. Yerde sürünerek
ilerledi. Şekil kımıldadı yine.

“Biraz fıstık almıştım da,” dedi Ford Prefect.

Arthur Dent kımıldandı, anlamsız bir şeyler


mırıldanarak inledi.

“Hadi, ye biraz,” diye üsteledi Ford pake


sallayarak. “Madde nakletme ışını al na ilk girişinse
biraz tuz ve protein kaybetmiş olmalısın. Bira
metabolizmanı biraz olsun korumuştur.”

“Brrrr...” dedi Arthur Dent. Gözlerini açtı.

“Karanlık” dedi.

“Öyle” dedi Arthur Dent


“Karanlık ışık yok.”

Ford Prefect’in insanlar hakkında anlamakta en


çok güçlük çek ği şeylerden biri “Güzel bir gün,”
“Çok uzun boylusun,” veya “Ah canım, otuz
metrelik bir kuyuya düşmüş gibisin, iyi misin? gibi
ayan beyan ortadaki şeyleri söze döküp yineleme
alışkanlıklarıydı. İlk başlarda Ford bu tuhaf
davranışı açıklamak için bir kuram geliş rmiş .
İnsanlar dudaklarını çalış rmazlarsa, diye
düşünmüştü, belki de dudakları kilitleniyordur.
Birkaç aylık bir irdeleme ve gözlem döneminden
sonra bu kuramı yerine bir yenisini koyarak terk
e . Dudaklarını çalış rmazlarsa, diye düşündü,
beyinleri çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra bu
kuramı da çok ka olduğu için terk e ve insanları
ne olursa olsun sevdiğine karar verdi ama
bilmedikleri şeylerin çokluğu da her zaman
umutsuzca endişelendirdi onu.

“Evet,” diye onayladı Arthur’u, “ışık yok.” Biraz


fıstık uzattı ona. “Nasılsın?” diye sordu.
“Taşınan bir ordu gibi,” dedi Arthur, “bazı
parçalarım hâlâ yolda.”

Ford boş boş ona baktı karanlıkta.

“Ne cehennemde olduğumuzu sorsam sana,”


dedi Arthur yavaşça, “buna pişman olur muyum?”

Ford ayağa kalktı. “Güvenlikteyiz,” dedi.

“Ah, iyi,” dedi Arthur.

Küçük bir mu ak kabinindeyiz,” dedi Ford,


“Vogon İnşa Filosundan bir uzay gemisinde.” “Ah,”
dedi Arthur, “bu açıkça ‘güvenlikte’ sözcüğünün
benim bilmediğim bir kullanım biçimi.”

Ford bir ışık düğmesi aramak için başka bir


kibrit çaktı. Ürkünç gölgeler zıplayıp dolandılar yine.
Arthur ayağa kalkarak gayretle ve ürper yle
omuzlarını kavradı. Görünmeyen yabanıl şekiller
çevresinde dönüyormuş gibi görünüyordu, hava
ciğerlerine sızan tanımlayamadığı rutubetli
kokularla ağırlaşmış , ve dahası hafif ama rahatsız
edici bir uğultu kafasını toplamasını engelliyordu.

“Nasıl geldik buraya?” dedi, hafifçe titreyerek.

‘‘Otostop çektik,” dedi Ford.

“Pardon?” dedi Arthur. “Başparmaklarımızı


uza p bekledik, sonra da karafatma gözlü yeşil
yarağı n teki kafasını uza p, 'Merhaba arkadaş,
atlayın arkaya, sizi Basingstroke çevresinde bir
yerlerde silkelerim’ dedi öyle mi?”

“Yaklaş n,” dedi Ford, “ ‘başparmak’ bir


elektronik Etha-al sinyal cihazı, ‘çevresi’ al ışık yılı
uzaktaki Barnard yıldızı, ama söylediğin aşağı yukarı
doğru.”

“Karafatma gözlü yaratık?”

“Yeşil renkli, evet.”

“İyi,” dedi Arthur, “eve ne zaman dönebilirim?”

“Dönemezsin,” dedi Ford Prefect ve ışık


düğmesini buldu.

“Gözlerini kolla...” dedi ve çevirdi düğmeyi.

Ford kendisi bile şaşırdı kaldı.

“Tam bir felaket,” dedi Arthur, “gerçekten


burası bir uçandairenin içi mi?”

* * *
Prostetnik Vogon Jeltz şevksiz yeşil gövdesini
yöne m köprüsünün içinde sürükledi. Üzerinde
yerleşim olan gezegenleri yok e kten sonra belirsiz
biçimde üzgün hissederdi kendini. Birilerinin gelip
bunun çok yanlış bir şey olduğunu söylemesini,
onlara bağırıp rahatlamayı isterdi. Kırılsın da kızmak
için bir bahanesi olsun diye, kendini olabildiğince
hoyrat bir biçimde yöne m koltuğuna bırak , ama
koltuk yalnızca bir gacırtıyla yakındı.

“Defol!” diye bağırdı o anda köprüye giren bir


Vogon muhafıza. Muhafız rahatlamış olarak anında
yok oldu. Az önce aldıkları raporu götürenin kendisi
olmamasına sevindi. Rapor bundan sonra bütün
hiper-uzay yollarını gereksiz kılacak yeni model
harika bir uzay gemisi motorunun Damogran’da bir
araş rına merkezinde tanı ldığını söyleyen resmi
bir yazıydı.

Başka bir kapı kayarak açıldı, ama bu kez Vogon


kaptan bağırmadı çünkü kapı Dentrassilerin
yemeğini hazırladıkları mu ak bölmelerine
açılıyordu. Gelen yemek olunca başının üstünde
yeri vardı.

Kocaman tüylü bir yara k yemek tepsisiyle


birlikte kapıdan girdi. Sapıkça sırıtıyordu. Prostetnik
Vogon Jeltz zevkten dört köşeydi. Bir Dentrassi
kendinden bu kadar hoşnut göründüğünde gemide
bir yerlerde kendisini çok kızdıracak bir şeyler
döndüğünü bilirdi.

* * *
Ford ve Arthur çevrelerine bakındılar.
“Evet, ne diyorsun?” dedi Ford.

“Biraz dağınık değil mi?”

Ford felç olmuş kabinde orada burada duran


pis şiltelere, bulaşık fincanlara, tanımlanamayan
kokulu yabancı iç çamaşırı parçalarına endişeyle
baktı.

“Haliyle, çalışılan bir yer bu gemi, gördüğün


gibi,” dedi Ford. “Bunlar Dentrassi uyuma
bölümleri.”

“Bunlara Vogon gibi bir şey dendiğini


sanıyordum.”

“Öyle,” dedi Ford, “Gemiyi Vogonlar


kullanıyorlar, Dentrassiler aşçı, bizi gemiye onlar
aldı.”

“Kafam karıştı,” dedi Arthur.

“Gel, şuna bir bak,” dedi Ford. Şiltelerden birine


oturup çantasını karış rdı. Arthur önce parmağıyla
şilteyi sinirli sinirli yokladı. Sonra da üzerine oturdu:
aslında sinirlenecek bir şey yoktu, çünkü bütün
şilteler sqomshellous Zeta’nın bataklıklarında
ye ş rilir, kullanılmadan önce güzelce öldürülüp
kurutulurdu. Aralarından çok azı sonradan dirilirdi.

Ford kitabı Arthur’a uzattı.

“Nedir bu?” diye sordu Arthur.

“Her Otostopçunun Galaksi Rehberi. Bir çeşit


elektronik kitap. Herhangi bir şey hakkında bilmek
istediğin her şeyi söyler sana. İşi bu.”

Arthur elinde sinirli sinirli evirip çevirdi kitabı.


“Kabını sevdim,” dedi. “Paniğe kapılmayın. Bütün
gün boyunca bana söylenen en faydalı ve akılcı
şey.”

“Nasıl çalış ğını göstereyim sana," dedi Ford.


Kitabı iki ha a önce ölmüş bir bülbül leşi gibi iki
parmağının ucuyla tutan Arthur’un elinden
kaparak kabından çıkardı. “Şu düğmeye basınca
ekran aydınlanıp dizini gösterir.”
Yediye on san mlik bir ekran aydınlandı ve yazı
karakterleri hızla geçmeye başladı. “Vagonları
öğrenmek is yorsun, öyleyse yazıyorum.”
Parmakları birkaç düğmeye daha dokundu. “İşte.”
Ekranda “Vagon İnşa Filoları” sözcükleri yeşil renkte
belirdi. Ford’un ekranın dibinde büyük kırmızı bir
düğmeye basmasıyla birlikte sözcükler ekranda
kaymaya başladı. Aynı zamanda kitap ekrandakileri
sakin yumuşak bir sesle okumaktaydı. Kitap şunları
söylemekteydi:

“Vagon İnşa Filoları. Bir Vogonun aracına


binmek istediğinizde yapmanız gerek tek şey:
vazgeçmek r. Galaksideki en tatsız ırklardan biridir
-sadece düşünce ve davranışları ifritçe değildir, aynı
zamanda kötü huylu, bürokra k, resmi ve kalın
kafalıdırlar. Üç imzalı emirler imzalanmadan;
yollanıp, geri gönderilip, soruşturulmadan; yine
yi rilip, sonunda üç ay boyunca kağıt bulamacında
bekle lip yakıt olarak yeniden dönüşüme
uğra lmadan kendi öz ninelerini Traal’ın Yır cı
Cırlayan Canavarı’ndan kurtarmak için parmaklarını
bile kımıldatmazlar.
“Bir Vogon'dan içki koparmanın en iyi yolu
boğazına parmak atmak, onu üzmenin en iyi yolu
ise ninesini Traaal'in Yır cı Cırlayan Canavarı’na
yedirmektir.”

“Hiçbir koşulda bir Vogon’un size şiir


okumasına meydan vermeyin.”

Arthur gözlerini kırpıştırdı.

“Ne tuhaf kitap. Peki, nasıl alındık buraya?”

“Üstüne bas n, bu kitap eski,” dedi Ford, kitabı


kabına geri koyarken. “Yeni Gözden Geçirilmiş Baskı
içi alan araş rması yapıyorum, yapmak istediğim
şeylerden biri de Vogon’ların bizim için çok
kullanışlı bağlan lar olabilecek Dentrassi’leri aşçı
olarak işe almalarından biraz söz etmek.”

Arthur’un yüzünü acılı bir ifade kapladı. “Ama


Dentrassi’ler de kim? dedi.

“Müthiş adamlar,” diye yanıtladı Ford. “En iyi


aşçı ve en iyi kokteyl hazırlayıcılarıdırlar, başka
hiçbir şeyle de uğraşmazlar. Otostopçulara yardım
ederler her zaman, bunu biraz yarenliği
sevdiklerinden, ama daha çok Vogon’ların canını
sıkmak için yaparlar. Evrenin mucizelerini günde
otuz altarian dolarından aza görmek isteyen sefil
bir otostopçu isen bilmen gereken şeylerden biridir.
Bu benim işim. Eğlenceli değil mi?”

Arthur’un kafası karışmıştı.

“Müthiş,” dedi başka bir şilteye kaşlarını


çatarak. “Aksi gibi Dünya’ya planladığımdan fazla
takıldım,” dedi Ford. “Bir ha alığına geldim ama on
beş yıl saplandım kaldım.”

“Peki oraya nasıl geldin?”

“Kolay, bir dalgacıya otostop çektim.”

“Dalgacı mı?”

“Evet.”

“Peki nedir bir...”


“Dalgacı mı?” Dalgacılar genellikle yapacak bir
şeyi olmayan zengin çocuklarıdır. Yıldızlararası
bağlan kuramamış gezegenler arayarak dolaşır ve
kafaya alırlar onları.

“Kafaya mı alırlar?” Arthur, Ford’un, haya


zorlaş rarak kendisiyle dalga geç ği duygusuna
kapıldı.

“Evet,” dedi Ford. “Kafaya alırlar. Issız bir yer


bulur, hiç kimsenin asla inanmayacağı bir zavallının
yanıbaşına konup yanında yöresinde başlarında
antenlerle hindi gibi kabararak bip bip diye sesler
çıkar p gezinirler. Çok çocukça.” Ellerini' başının
arkasına koyan Ford şilteye uzandı, çıldır cı bir
şekilde kendinden hoşnut görünüyordu.

“Ford.” diyerek üsteledi Arthur, “belki de bu


aptalca bir soru olacak ama benim burada ne işim
var?

“Pekala da biliyorsun yanı ,” dedi Ford. “Seni


Dünya’dan kurtardım.”
“Peki Dünya’ya ne oldu?”

“Ha. Yok oldu.”

“Ya,” dedi Arthur ölçülü.

“Evet. Buharlaşıp uzaya dağıldı.”

“Bak,” dedi Arthur, “işte buna biraz üzüldüm.”

Ford, bir süre kaşlarını çatıp düşüncelerini tarttı.

“Evet, bunu anlayabiliyorum,” dedi en


sonunda. “Bunu anlıyorsun!” diye bağır Arthur.
“Bunu anlıyorsun!”

Ford yerinden fırladı.

“Kitabı okumaya devam et!” diye sıldadı


aceleyle. “Ne?”

“Paniğe kapılmayın.”

“Paniğe kapılmadım!”
“Kapıldın.”

“Peki kapıldım diyelim, elimden başka ne gelir


ki?" “Bana takıl haya nı yaşa. Galaksi neşeli yerdir.
Şu balığı da kulağına tık.”

“Afedersiniz, anlayamadım,” diye sordu Arthur,


böyle konuşarak daha nazik davrandığını
düşünüyordu.

Ford içinde küçük sarı balığın gezindiği minik bir


kavanoz tutuyordu elinde. Arthur gözlerini
kırpış rdı. Kafasına yatan anlaşılır, basit bir şeylere
ih yacı vardı. Dentrassi iç çamaşırları,
sqornshelleus şilte yığınları ve elinde sarı bir balık
tutup onu kulağına koymasını söyleyen bu
Betelgeuse’lünün arasında küçücük bir paket mısır
gevreği görebilseydi kendini daha güvenlikte
hissedebilecek . Ama göremedi, güvenlikte de
hissedemedi kendini.

Birden çıkartamadığı bir kaynaktan yır cı bir ses


üzerlerine geldi. Kurt sürüsüyle boğuşurken
gargara yapmaya çalışan bir adamın hırıl larına
benzeyen sesle korkuyla irkildiler.

“Hşşt!” dedi Ford. “Dinle, önemli olabilir.”

“Ö... önemli?”

“Vogonların kaptanı bir duyuru yapıyor.”

“Yani Vogonlar böyle mi konuşur?”

“Dinle!”

“Fakat Vogonca bilmem!”

“İhtiyacın yok. Şu balığı kulağına tık yeter.”

Ford, yıldırım hızıyla, elini Arthur’un kulağına


götürdü. Arthur işitme kanalının derinliklerine
kayan balığın ani rahatsızlığını hisse . Korkuyla
irkilerek bir iki saniye kulağını karış rdı, ama sonra
yavaş yavaş hayre en gözleri yuvalarından rladı.
İki Siluet yüz resmine bakarken birden onun beyaz
bir şamdan resmi olduğunu görüvermenin işitsel
eşdeğerini yaşıyordu. Ya da bir kağıt parçası
üzerinde birden bire al rakamına dönüşen ve
doktorunuzun yeni bir gözlük için sizden tonla para
alacağı anlamına gelen bir sürü renkli noktaya
bakmak gibiydi bu. Hâlâ uğuldayan gargarayı
dinliyordu, bunun farkındaydı ancak şimdi
kusursuz tekdüze bir İngilizce’yi andırıyordu ses.

Şöyle bir şeydi duyduğun...

6
Oğğl, Oğğl, gargra oğğl, oğğl oğğl gargra oğğl
gargra oğğl oğğl gargra oğğl gargra gargra oğğl
gargra gargra oğğl şırrrp bir neden göremiyorum.
Mesaj tekrarlanıyor. Kaptanınız konuşuyor, her ne
yapıyorsanız bırakıp dinleyin. Her şeyden önce
göstergelerden gemide bir çi otostopçu olduğunu
anlıyorum. Her neredeyseniz size merhaba. Şunu
açıkça ifade etmek isterim ki hiç de hoş gelmediniz.
Bulunduğum yere gelmek için çok çalış m. Sapkın
bir takım beleşçilere hizmet eden bir dolmuşa
çevirmek için bu Vogon İnşa Gemisine kaptan
olmadım ben. Bir arama ekibi çıkardım yola. Sizi
bulur bulmaz kapı dışarı edeceğim. Eğer çok çok
şanslıysanız size birkaç şiirimi okuyabilirim.

İkincisi, Barnard yıldızı yolunda hiperuzaya


sıçramak üzereyiz.Vardığımızda boşaltma-yükleme
için yetmiş iki saat limanda kalacağız, bu arada
kimse gemiden ayrılmayacak. Yineliyorum, tüm
gezegen izinleri iptal edilmiş r. Mutsuz bir aşk
macerasından daha yeni çık m, bu yüzden
başkalarının çıkıp eğlenmesi için bir neden
göremiyorum. Mesaj bitti.”

Ses kesildi.

Arthur şaşkınlıkla yerde kollarıyla başını


kollayarak bir yumru halinde yatmakta olduğunu
fark etti. Hafifçe gülümsedi.

“Ne hoş adam,” dedi, “bunlardan biriyle


evlenmesini yasaklayabileceğim bir kızım olsun
isterdim..."

“Buna gerek kalmazdı,” dedi Ford. “Ancak bir


trafik kazası kadar çekicidirler. Dur, kımıldama,”
diye ekledi Arthur yerde çözülmeye başlarken,
“hiper uzaya sıçramaya hazır olsan iyi olur.
Akşamdan kalmış gibi tatsız hissedersin kendini.”

“Akşamdan kalmanın nesi kötüymüş ki?”

“Bir bardak su ister canın.”

Arthur bunu düşündü biraz.

“Ford,” dedi.

“Hı?”

“Kulağımdaki bu balık ne yapıyor?”

“Çeviri yapıyor sana. Babilbalığı denir ona.


İstersen rehberden bakabilirsin.”

Her Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’ni


arkadaşına rla ve ana karnındaki bir dölüt gibi
yere kıvrılarak kendini sıçramaya hazırladı. O anda
yer Arthur’un al ndan kayıp gi . Gözleri içine
ba . Tepetaklak olup ayakları tepesinden çıkmaya
başladı. Çevresindeki mekan dümdüz oldu,
büküldü, yokluğa geçip onu kendi içine doğru
gömülmeye terk etti.

Hiper uzaydan geçiyorlardı.

“Babilbalığı dedi. Her Otostopçu’nun Rehberi


sessizce, “küçük ve sarıdır, sülüğe benzer, belki de
evrenin en sıradan nesnesidir. Kendisini taşıyanın
değil de onun çevresindekilerin beyin dalgalarının
enerjisiyle beslenir. Beslenmek için bu beyin dalgası
enerjisinden bilinçsizce bütün düşünce
frekanslarını emer. Daha sonra düşünce
frekanslarını aldığı beynin konuşma merkezinden
gelen sinir sistemi sinyallerini bilinçli düşünce
frekanslarıyla birleş rip taşıyıcısının beynine
bunlardan oluşan telepa k bir matris süzer. Bunun
uygulamaya yansıması kulağınıza bir Babilbalığı
sokacak olursanız çevrenizdeki size söylenen her
dilden sözü anlayabileceğinizdir. İşi ğiniz
konuşmalar Babilbalığının beyninize gönderdiği
beyin dalgası matrisini çözümler.
Bu kadar yararlı bir şeyin tamamen rastlan
sonucu türemiş olmasını bazı düşünürlerin
Tanrı’nın var olmadığının bir kanı olarak
göstermeleri nasıl da tuhaf ve akıl almayacak bir
olaydır.”

“Bu akıl yürütmenin aslı şöyledir: 'Var


olduğumu kanıtlamayı reddediyorum’, der Tanrı,
‘çünkü kanıt inancı reddeder ve inanç olmadan ben
hiçbir şeyim?

‘Ama, ’ der insan, ‘Babilbalığı bir çıkmaz sokak,


değil mi? Rastlan sonucu evrimleşmiş olamaz.
Senin varlığının bir kanı dır, öyleyse, kendi
söylemine göre yoksun. QED2?

‘Vay canına,' der Tanrı, 'bunu düşünmemiş m


işte,' ve ani bir man k köpüğü patlatmasıyla yok
olur ortalıktan.

‘Hah, bu daha bir şey değil’, der insan ve tekrar


tekrar siyahın beyaz olduğunu kanıtlamaya girişip
bir zebra çizgisinde hayata veda eder.
“Birçok öndegelen teolog yukarıdaki söylemin
bir avuç palavradan başka bir şey olmadığı iddia
etmişse de, bu Odan Colluphid’in bunu en çok
satan kitaplar listesine giren İşte Bu Tanrı’nın
De erini Dürer adlı kitabının temel fikri olarak
geliş rip küçük bir servet yapmasını
engellememiştir.

“Bu arada, zavallı Babilbalığı değişik ırklar ve


kültürler arasındaki bütün ile şim engellerim
yıkarak yara lış tarihinin sözünü e ği her şeyden
daha çok sayıda kanlı savaşlara neden olmuştur. ”

Arthur hafif bir inil çıkardı. Hiperuzaydan


geç kten sonra hâlâ yaşadığını görünce dehşete
kapılmış . Dünyanın eskiden olduğu yerden al ışık
yılı uzaktaydı.

Dünya dönüp durun beyninde dünyanın


hayalleri rahatsız edici şekilde uçuşuyordu. Bütün
dünyanın uçup gi ğini hayal edebilmesine bile
olanak yoktu, çünkü dünya çok büyüktü.
Annesinin, babasının ve kızkardeşinin yok
olduğunu düşünerek uyarmaya çalış duygularını.
Tepki vermedi. Sonra iki gün önce süpermarket
kuyruğunda önünde duran bütünüyle yabancı
birini düşününce, ani bir uyarı hisse , bütün
süpermarket içindekilerle birlikte yok olmuştu.
Nelson Anı yok olmuştu! Nelson Anı yok
olmuştu ve hiçbir yerinme duyulmuyordu, çünkü
yerinecek kimse kalmamış . Şimdiden sonra
Nelson anı yalnızca aklında yer alacak . İngiltere
aklında yer olacak , bu kokulu, rutubetli, çelik
döşeli uzay gemisine kılmış olan aklında. Bir
klostrofobi dalgası yerleş üzerine. İngiltere yoktu
ar k. Bunu anlamış , bir şekilde anlayabilmiş
bunu. Bir kez daha denedi. Amerika, diye düşündü,
yok olmuştu. Kavrayamıyordu bunu. Daha
küçükten başlamayı düşündü yine. New York yok
olmuştu. Tepki yok. Varolduğunu hiçbir zaman da
ciddi olarak düşünmemiş zaten. Dolar, diye
düşündü, sonsuza dek düştü. Bu noktada küçük
bir ürperme. Bütün Bogard filmleri sonsuza dek
silinip gi , dedi kendi kendine, tatsız bir sarsın
hissederek. McDonalds diye düşündü. Mc Donalds
hamburgeri diye bir şey yoklu artık.
Kendinden geç . Bir saniye sonra yeniden
kendine geldiğinde annesi için ağlarken buldu
kendini. Hırsla ayağa fırladı.

“Ford!”

Ford kendi kendine homurdanarak oturduğu


köşeden ona bak . Uzay yolculuklarının gerçekten
uzayda yolculuk edilen kısımları ona her zaman çok
yorucu gelmişti.

“Ne var?” dedi.

“Bu kitap işinde araş rmacıysan ve dünyada


bulunduysan eğer, onun hakkında bilgi toplamış
olmalısın."

“Evet, önceden yazılmış maddeyi biraz daha


geliştirdim.”

Bu baskıda ne diyor göreyim o zaman, görmem


gerek.”

“Peki, olur.” Rehberi ona verdi yine. Arthur


rehberi kavrarken ellerinin tremesine engel
olmaya çalışıyordu. Sayfayı bulabilmek için
maddeyi yazdı. Ekran parıldayıp kırpış ve yazılı bir
sayfa çıktı ortaya. Arthur sayfaya baktı.

“Böyle bir madde yok!” diye patladı. Ford


omzunun üzerinden şöyle bir baktı.

“Var,” dedi, “aşağıda, ekranın al na bak,


Eccentrica Gallumbits, Ero kon 6'nın üç memeli
fahişesi maddesine.

Arthur Ford’un parmağını izleyip gösterdiği


yere bak . Bir an için kavrayamadı, sonra aklı
başından gitti.

“Ne? Zararsız mı? Bütün söyleyeceğin bu mu?


Zararsız ! Tek bir sözcük!”

Ford omuz silkti.

“İyi de Galaksi’de yüz milyardan fazla yıldız var,


kitabın mikroişlemcilerinde de sınırlı yer.” dedi,
“Üstelik kimse de dünya hakkında pek bir şey
bilmiyor.”

“Tanrı aşkına bu maddeyi biraz


genişletmişsindir umarım.”

“Ha tabii, editöre yeni bir madde ulaş rmayı


başardım. Biraz kırpmak zorunda kaldı ama bu yine
de bir ilerleme sayılır.”

“Şimdi ne yazıyor?” diye sordu Arthur.


“Oldukça zararsız diye belir Ford sıkın lı bir
öksürükle.

“Oldukça zararsız!” diye bağırdı Arthur. “Bu ses


de ne?” diye fısıldadı. Ford

“Ben bağırıyorum,” diye bağırdı Arthur.

“Hayır! Kes!” dedi Ford. “Galiba başımız


dertte.”

“Ya, öyle mi?”

Kapıya yaklaşanların ayak sesleri açıkça


duyuluyordu.

“Dentrassiler mi?” diye fısıldadı Arthur.

“Hayır, bunlar çelik uçlu botlar,” dedi Ford.

Kapı sertçe vuruldu.

“Öyleyse kim?” dedi Arthur.

“Peki” dedi Ford, “şansımız varsa bizi dışarı


atmaya gelen Vogonlardır.”

“Ya şansımız yoksa?”

“Şansımız yoksa,” dedi Ford pis pis, “kaptanın


önce bize şiirlerinin bir kısmını okuyacağı tehdidi
doğrudur.”

7
Vogon şiiri herkesin bildiği gibi Evren’deki
üçüncü en kötü şiirdir. İkinci en kötü Krialı
Azgothlardır. Usta şairleri üstat Gazlı Grunthos’un
ünlü şiiri, “Bir Yaz Ortası Sabahında Koltukal mda
Bulduğum Yeşil Macun Parçasına Destan’ın
sunuluşu sırasında dinleyicilerden dördü
içkanamadan ölmüş, Orta-Galak k Sanat Şeref
Kurulu Başkanı kendi bacağını kemirmek sure yle
ölümden kurtulmuştur. Grunthos’un şiirinin bu
şekilde dinlenmesinden dolayı ‘kırgın’ olduğu
bildirilmiş r. Şair on iki kitaptan oluşan epik
şaheseri ‘Banyoda Çığırdıklarım’ı okumaya
geçmeden önce kendi kalın barsağı, birçok hayat ve
uygarlığı kurtarmak uğruna boğazından geçmek
suretiyle beynini dağıtmıştır.

Tümünden daha kötü olan şiir ise yara cısı olan


İngiltere, Essex, Greenbridge’den Paula Nancy
Millstone Jennings ile birlikte Dünya gezegeninin
yıkımı sırasında yok olmuştur.

* * *
Prostetnik Vogon Jeltz yavaşça sırı . Bu
hareke yalnızca gösteri amacı da taşımıyordu,
çünkü gülümserken kas hareketlerinin sırasını
anımsaması gerekmiş . Tutsaklarına gayet sağal cı
bir şekilde bağırmış , şimdi iyice rahatlamış , ar k
biraz sertleşilebilirdi.

Tutsaklar Şiir Değerlendirme İskemlelerine


yerleş rildiler -sıkıca bağlanarak. Vogonlar
çalışmalarının algılanışı konusunda hayallere
kapılmazlardı. Yazın konusundaki ilk adımları,
gelişmiş ve kültürlü bir ırk olduklarını kanıtlama
yolundaki azimlerinin kamçılanmasıyla a lmış ,
ama şimdi bir çılgınlığın pençesindeydiler. Soğuk ter
Ford Prefect’in alnında birikip şakaklarına
yapış rılan elektrotların çevresinden aşağı
kayıyordu. Elektrotlar bir elektronik düzeneğe
bağlıydı, hayal yoğunlaş rıcılar, ritm düzenleyiciler,
kafiye çözümleyiciler, tekrar önleyiciler, hepsi şiirin
etkisini ar racak, şairin düşüncelerinden bir
kırın nın bile boşa gitmemesini sağlayacak şekilde
tasarlanmıştı.

Arthur Dent oturduğunda ürperdi. Niye buraya


ge rildiğini bilmiyordu ama bildiği tek bir şey vardı:
şimdiye kadar işler iyi gitmemiş ve bundan sonra
da durum değişecekmiş gibi görünmüyordu.
Vogon okumaya başladı -kendi yara cılığının küçük
kötü kokulu bir bölümü.

“Ey serbestlikli gurultu böceksi...” diye başladı.


Ford'un gövdesi spazmlarla gerildi -bu kendini
hazırladığı şeyden de beterdi.

"...çisemelerin banadır / şişik bir arının


üzerindeki çoğalsımış boşboğaz lekeler gibi.”

“Aaaaaarggghhh!” diye inledi Ford Prefect, ağrı


yumruklarının zonkla ğı başını arkaya atarak.
Yanındaki iskemlede Arthur’un kıvrandığını hayal
meyal görebiliyordu. Dişlerini kenetledi.

“El yordamla yakarıyorum sana!” diye sürdürdü


acımasız Vogon, “Fışkıran dövme dolaplarım!”

Sesi ateşli bir gıcır nın dayanılmaz tonuna


ulaşıyordu. “Ve kı rdak yığlık engelbeler ile halka
halka kakış r beni, yoksa busbulan çı rdağımla
lokma lokma doğranın seni, gör bakalım!”
“Nnnnyyyaaaarggghhh” diye bağırarak son bir
spazm geçirdi Ford Prefect, son dizenin elektronik
çoğal mı şakaklarının arasında bir patlamaya
neden olmuştu. Yığıldı kaldı.

Arthur’un dili dışarı sarkmıştı.

“Şimdi Dünyalılar...” diye hırıldadı Vogon (Ford


Prefect’in Betelgeuse çevresinde küçük bir
gezegenden geldiğini bilmiyordu, bilseydi de bir şey
değişmezdi.) “Sîze basit bir seçim yapma şansı
tanıyorum! Ya uzayın boşluğunda ölün, ya da...”
melodram etkisi yaratmak için durakladı, “Şiirimin
ne denli güzel olduğunu söyleyin bana!” Kendini
geriye, yarasa şeklindeki kocaman deri bir koltuğun
üzerine a . Yine o gülümseme kapladı yüzünü.
Ford soluk soluğaydı. Kupkuru dilini çatlamış
dudaklarının üzerinde gezdirip inledi.

Arthur açık seçik: “Aslında oldukça hoşuma


gitti.” dedi.

Ford ona döndü, hayre en ağzı açık kalmış .


Kendisinin zerre kadar ka lmadığı bir yaklaşımdı
bu. Vogon şaşkınlığını kaşının birini kaldırarak belli
e . Bu mimik burnunu gizliyordu, yani kötü bir şey
değildi.

“Ya, iyi...” diye hırladı ha rı sayılır bir şaşkınlıkla


. “Ya evet,” dedi Arthur, “metafizik imgelerden
bazılarının gerçekten özellikle etkili olduğunu
düşünüyorum.”

Ford bu bütünüyle yeni olgunun çevresinde


düşüncelerini toplamaya çalışırken ona bakmayı
sürdürdü. Gerçekten bu işte kazasız belasız çıkmayı
becerebilecekler miydi?

“Evet, devam et...” dedi Vogon.

“Ha... ve de hmm....” diye sürdürdü Arthur„


“şairin şe atli ruhunun... aaa... eee... “ diye
tekledi. Ford apar topar imdadına ye ş , “...temel
metaforu olan ...eee...” O da bekledi ama Arthur
hazırlıklıydı. “...insanseverliği...”

“Vogonseverliği,” diye fısıldadı Ford ona.


“Ah, evet, Vogonseverliğindeki sürrealizmi
karşılayan gereçler,” Arthur yarışın sonuna
geldiklerini hissediyordu, “aynı zamanda bu
gereçler uzak yapısının aç ğı yolda ilerliyor, ona
üstün geliyor, ve diğerinin temel ayrımları ile aynı
şey demek oluyor,” (bu noktada Arthur bir zafere
doğru yüksel yordu sesini...) “ve de berikine şiirin
kastettiği şey her neyse, ona, ...eee...” (...ama zafer
umudu çabuk söndü.) Ford bir coup de grace[1]
için atıldı.

“Engin ve canlı bir içgörümle yaklaşmak


düşüyor.” diye bağırdı. Ağzının kenarıyla: “İyi iş
becerdik Arthur, çok iyiydi.”

Vogon dikkatle süzdü onları. Bir an taş


yüreğindeki ırk sevgisi uyanmış , ama üzerinde
durmadı, çok geç ar k. Sesi halıda rnaklarını
bileyen kedi tonundaydı.

“Yani demek istediğiniz şiir yazıyorum çünkü


acımasız kalpsiz dış görünüşümün al nda sevilmek
istenen bir ben var,” dedi. Durakladı. “Öyle mi?”
Ford sinirli sinirli güldü. “Evet öyle demek
is yoruz,” dedi, “hepimizin içinde bir yerlerde,...
eee... öyle değil mi?”

Vogon ayağa kalktı.

“Hayır, bütünüyle yanlış söyledikleriniz,” dedi,


“Şiir yazıyorum çünkü dışımdaki acımasız kalpsiz dış
görünüşümü teselli etmem gerekiyor. Her neyse,
sizi de gemiden defedeceğim. “Nöbetçi! Esirleri üç
numaralı çıkışa götür ve dışarı at!”

“Ne?” diye bağırdı Ford.

Genç irisi bir Vogon koruma öne çıkıp kalın


kollarıyla bağlandıkları iplerden kurtardı onları.

“Bizi uzaya atamazsınız,” diye bağırdı Ford, “bir


kitap yazmak için uğraşıyoruz.”

“Direnç göstermek yararsız!” diye karşılık verdi


Vogon koruma. Vogon Koruma Birlikleri’nde ilk
öğrendiği tümceydi bu.
Kaptan neşeyle izledi ve arkasını döndü.

Arthur vahşice baktı ona.

“Ölmek istemiyorum şimdi!” diye bağırdı. “Hâlâ


başım ağrıyor! Cennete başım ağrırken gidemem,
arada her zaman başım ağrıyacak, berbat bir şey
bu!”

Koruma ikisini enselerinden kavrayıp kaptanın


sır nı, saygıyla eğilerek selamladı, sonra i razlarına
aldırmadan köprüden dışarı çıkardı onları. Çelik
kapı kapandığında kaptan yine yalnızdı. Sessizce
mırıldanıp düşünceye daldı şiir de erine. Hafifçe
dokunarak.

“Hmmm...,” dedi, “temel metaforunun


sürrealizmini karşılayan...” Bunu bir an tar ve
zalimce sırıtarak defterini kapattı.

“Ölüm onlara az bile,” dedi.

* * *
Uzun çelik koridor Vogon’un koltuk altlarına
kıs rılmış insansıların dermansız debelenmeleriyle
yankılandı.

“Çok iyi, çok iyi,” diye bir şeyler zırvaladı Arthur,


“şahane bir şey bu. Bırak beni hayvan herif!”

Vogon koruma sürüklemeye devam etti onları.

“Endişelenme,” dedi Ford, “bir şeyler


düşünürüz.” Pek umutlu değildi sesi.

“Direnç göstermek yararsız!” diye böğürdü


koruma.

“Böyle şeyler söyleme” diye kekeledi Ford.


“Böyle şeyler söylersen olumlu ve akılcı bir tavrı
nasıl sürdürebiliriz?”

“Tanrım,” diye serzenişte bulundu Arthur,


“olumlu ve akılcı tavırdan söz ediyorsun ama
bugün yok edilen senin gezegenin değildi. Bu sabah
uyandığımda rahat iyi bir gün geçireceğimi
düşünüyordum. Biraz okuyacak, köpeği
rçalayacak m..., Şimdi saat öğleden sonra dört ve
dünyanın dumanı tüten ar klarından al ışık yılı
ötede uzay boşluğuna a lmak üzereyim!” Vogon
boğazını biraz daha sıkınca viyaklayıp guruldadı.

“Tamam,” dedi Ford, “paniğe kapılma!”

“Panikten kim söz ediyor?” diye şarladı Arthur.

“Bu yalnızca kültür şoku. Duruma uyum


sağlayıp dayanaklarımı bulana kadar sabret. Ondan
sonra paniğe kapılacağım!”

“Arthur isterik tepkiler veriyorsun: Kes ar k!”


Ford bütün gücüyle düşünmeye çalış ama
bağırmaya başlayan koruma onu engelledi.

“Direnç göstermek yararsız!”

“Biraz ara ver hiç olmazsa,” dedi Ford. Kendini


tutsak alanın doğrudan yüzüne bakıncaya kadar
çevirdi boynunu. Birdenbire bir fikir geldi aklına.

“Bunu yapmak gerçekten hoşuna gidiyor mu?”


diye sordu birdenbire. Vogon anında ölü gibi çakıldı
yerine yüzüne yoğun bir salaklık yavaşça yayılırken.

“Hoşuma gidiyor mu?” diye parladı. “Ne demek


istiyorsun?”

“Demek istediğim,” dedi Ford, “bu sana


bütünüyle doyumlu bir yaşam sağlıyor mu? Rap
rap gezinmek, bağırmak, insanları gemiden atmak
falan...”

Vogon alçak çelik tavana dik gözlerini. Kaşları


neredeyse birbirinin üzerindeydi. Ağzı
aralandı.Sonunda, “Tabii çalışma saatleri uygun...”
dedi.

“Öyle de olmalı,” diye ka ldı bu fikre Ford.


Ford’a bakmak için başını çeviren Arthur.

“Ford, ne yapıyorsun?” diye sordu şaşkın bir


fısıltıyla.

“Sadece çevremdeki dünyayla ilgileniyorum


biraz, tamam mı?” dedi. “Yani çalışma saatleri çok
uygun öyle mi?” diye yineledi.

Vogon’un tembel düşünceleri kasvetli


derinliklere doğru dalarken ona baktı.

“Ya,” dedi, “madem konu açıldı, çoğu zamanım


berbat geçiyor. Bir tek şey dışında...” yeniden
düşündü, yine tavana bakması gerekmiş . “Çok
sevdiğim bağırıp çağırma dışında.” Ciğerlerini şişirip
haykırdı, “Direnç göstermek...”

“Mutlaka öyledir,” diye sözünü kes Ford


aceleyle, “bunu iyi becerdiğin belli. Ama çoğunlukla
berbatsa,” dedi sözcükleri, doğru yerlere
ulaşabilmeleri için teker teker söyleyerek, “neden
yapıyorsun bu işi? Nedir yani?

Kızlar mı? Deri ceket mi? Maçoluk mu? Yoksa


bütün bunların verdiği anlamsız bezginlikle
uğraşmak ilginç bir mücadele mi demeye
getiriyorsun?”

Arthur bocalayarak bir ona, bir ötekine çevirip


duruyordu bakışını.
“Eeee...” dedi koruma, “eee... eee...
bilmiyorum. Sanırım sadece... yapıyorum işte.
Teyzem uzay gemisi korumalığının genç bir Vogon
için iyi bir meslek olduğunu söylemiş . Bilirsin işte,
üniforma, kemere asılı ışın tabancası, anlamsız
bezginlik...”

“Görüyor musun Arthur,” dedi Ford


kanıtlamasının sonuna varmış' biri edasıyla, “sen de
dertliyim diyorsun kendine.”

Hem de çok dertliydi Arthur. Kendi gezegeninin


başına gelen tatsız işin yanı sıra Vogon koruma onu
kıskıvrak tutuyordu ve uzaya a lma fikri de pek
hoşuna gitmemişti.

“Biraz da onun sorunlarını anlamaya çalış.” diye


ısrar e Ford. “Şu zavallı çocuğa bak, bütün haya
rap rap ortalıkta gezinmek, insanları gemiden dışarı
atmak...” “Ve de bağırmak,” diye ekledi koruma.

“Ve tabii ki bağırmak,” dedi Ford boynuna


dolanmış şişkin kolu dostça, anlayışla sıvazlayarak,
“... ve bunları neden yaptığını bile bilmiyor!”
Arthur bunun çok acıklı olduğu konusunda aynı
fikirdeydi. Dermansız bir hareketle belir
görüşünü, konuşmak için yeterli soluk alamıyordu.

Korumadan hoşnutsuzluğunu belirten


homurtular gelmeye başlamıştı.

“Tamam. Sanırım konuyu bu şekilde ifade etmiş


bulunuyorsunuz...”

“İyi çocuk!” diyerek yüreklendirdi onu Ford.

“İyi de,” diye sürdürdü homurdanmasını,


“alternatif nedir?"

“Tamam,” dedi Ford, kesin ama yavaş, “her ne


yapıyorsan bırak!” Söyle onlara,” diye sürdürdü
“bir daha yapmayacağını” Bir şeyler daha söylemesi
gerek ğini düşündü ama o anda korumanın zihni
söylenenleri ölçüp biçmekle yeterince meşguldü.

“Haaammmmınnınn...” dedi koruma, “hır,


kulağa pek de hoş gelmiyor.”
Ford birdenbire rsa n elinden kayıp gitmekte
olduğunu sezdi.

“Şimdi durun bir dakika” dedi “bu yalnızca bir


başlangıç, tahmin e ğinden daha fazlası bekliyor
seni..."

Ama o anda asıl görevinin tutsakları çıkış


kabinine kma olduğunu anımsayan koruma
kuvvetle sıktı onları. Belli ki çok etkilenmişti.

“Yani eğer sizin için fark etmezse,” dedi, “size şu


çıkış kabinine kıp sonra geri gelip yapmam
gereken birkaç bağırma işini yerine ge rmem daha
doğru.”

Ford Prefect için durum kesinlikle fark ederdi.

“Dur biraz... dinle ama!” dedi, daha az yavaş


daha az anlaşılır.

“Immnnghhh...” dedi Arthur anlaşılır bir


vurgudan yoksun olarak.
“Dinle ama,” diye sürdürdü Ford, “müzik, sonra
sanat da var, sonra daha başka neler neler!
Ahrghhhh!”

“Direnç yararsız,” diye böğürdü koruma,sonra


ekledi, “gördüğünüz gibi, eğer böyle sürdürürsem
sonunda Kıdemli Bağırma Subay’lığına terfi
edebileceğim, bağırmayan ve insanları i p
kakmayan subaylar için pek fazla boş kadro yok, en
iyisi doğru bildiğimi yapmak.”

Çıkış kabinine varmışlardı -geminin iç


kaplamasında ağır ve kocaman bir kapak. Koruma
bir düğmeyi çevirince sessizce açıldı.

“Yine de ilgilendiğiniz için teşekkürler,” dedi


Vogon koruma. “Hoşçakalın.” Ford ile Arthur’u
kapaktan içeri küçücük bir kabine rla . Arthur
nefes alabilmek için çırpınıyordu. Ford rlayıp
umutsuzca kapanmakta olan kapıyı omuzladı.

“Dinle bak,” diye bağırdı korumaya, “hakkında


hiçbir şey bilmediğin koca bir dünya var ama...
buna ne dersin?” delicesine uğraşarak bildiği tek
kültür parçacığı olan Beethoven’in Beşinci
Senfonisi’nin başlangıç notalarını mırıldandı.

“Da da da daaam! İçinde bir şeyler


kımıldanmadı mı?”

“Yooo,” dedi koruma, “hiç de değil. Ama


bundan teyzeme söz edeceğim.”

Daha sonra bir şeyler söylediyse de duyulmadı.


Kapak kendi kendine sıkıca kilitlenmiş . Geminin
motorlarının uzaktan gelen homurtusu dışında
bütün sesler kaybolmuştu. Bir seksen çapında, üç
metre uzunluğunda parlak silindir biçiminde bir
bölmedeydiler. Ford soluyarak çevresine bakındı.

“Potansiyel olarak zeki bir çocuk.” dedi eğri


duvarı yumruklayarak.

Arthur hâlâ düştüğü yerde bölmenin kıvrımına


uygun yatıyordu. Kafasını kaldırıp bakmadı.Yalnızca
soluyordu.

“Kapana kısıldık, değil mi?”


“Öyle,” dedi Ford, “kapana kısıldık.”

“Peki hiçbir şey düşünmedin mi? Bir şeyler


düşüneceğini söylemiş n sanki. Belki de düşündün
de ben fark etmedim.”

“Ah, evet, bir şey düşündüm,” dedi Ford


soluyarak. Arthur bir şeyler umarak baktı ona.

“Ama ne yazık ki,”dedi Ford, “bu hava geçirmez


kapağın öteki yanında olmayı gerektiriyor.” Az önce
içeri itildikleri kapağı tekmeledi.

“Ama iyi bir fikirdi değil mi?”

“Tabii, çok ince.”

“Neydi peki?”

“Ayrın ları daha planlamadım. Ar k yararı yok,


var mı?”

“Öyleyse, ...eee, ... ne olacak şimdi?” diye


sordu Arthur.
“Ha, hmm, önümüzde duran kapak birazdan
açılacak ve uzay boşluğuna rlayıp boğulacağız
sanırım. Eğer önceden derin bir nefes alırsan otuz
saniye kadar dayanabilirsin...” dedi Ford. Ellerini
arkasında birleş rip kaşlarını kaldırdı ve eski bir
Betelgeuse savaş destanını mırıldanmaya başladı.
Birdenbire Arthur’un gözüne çok yabancı
görünmüştü.

“İşte hepsi bu” dedi Arthur.

“Öleceğiz.”

“Evet” dedi Ford.

“Belki de... hayır! Dur biraz!" birdenbire odanın


diğer yanına, Arthur’un göremediği bir yerine atıldı.

“Bu düğme nedir!” diye haykırdı.

“Ne? Nerede?” diye bağırdı Arthur dönerek.

“Yok yok, şaka yaptım” dedi Ford,


“Nasılsa öleceğiz.”

Duvarı yumruklayıp bırak ğı yerden


mırıldanmayı sürdürdü.

“Biliyor musun” dedi Arthur, “böyle


zamanlarda, bir Betelgeuse’li ile Vogon çıkış
kapsülünde uzayın derinliklerinde a lıp orada
boğularak ölmeden önce gençliğimde annemin
sözünü dinlemiş olmayı isterim hep.” “Neden, ne
söyledi sana?”

“Ne bileyim, dinlemedim ki.”

“Ha.” dedi Ford mırıldanmaya devam ederken.

“Bu bir felaket.” diye düşündü Arthur, “Nelson


anı gi , McDonald’s gi , geriye kalanlar yalnızca
benle Hemen Hemen Zararsız sözcükleri. Her an
geriye yalnızca Hemen Hemen Zararsız sözcükleri
kalabilir. Oysa dün her şey yolunda görünüyordu.”

Bir motor sesi duyuldu. Hafif bir sıl kulakları


sağır eden bir hava akımına dönüştüğünde dış
kapak aklın alamayacağı kadar parlak yıldızlarla
bezeli bomboş bir karanlığa açıldı. Ford ile Arthur
oyuncak tabancadan a lan mantarlar gibi dışarıya,
uzaya fırladılar.

Notlar

1 Coup de grace - son darbe bitirici darbe

8
Her Otostopçu’nun Galaksi Rehberi son derece
dikkate değer bir kitap r. Birçok farklı editörün
yöne minde uzun yıllar süren çalışmalarla birçok
kez yeni baştan derlenmiş r. Sayısız gezgin ve
araş rmacının katkısını içermektedir. Giriş bölümü
şöyle başlar:

“Uzay,” der, “Büyüktür. Gerçekten büyük. Ne


kadar uçsuz bucaksız, kavranamayacak büyüklükte
olduğunu aklınız almaz. Demek is yorum ki yolun
aşağısındaki kimyagere giden yolun uzun olduğunu
düşünebilirsiniz ama bu, uzayın yanında leblebi
çekirdek gibi kalır. Dinleyin...” ve böyle sürer.

(Bir süre sonra uslup biraz daha oturur gibi


olur. Gerçekten bilinmesi gereken şeylerden söz
eder. Örneğin müthiş güzellikteki Bethselamin
gezegeninde yaşayanların, her yıl gezegenlerini
ziyarete gelen on milyar turis n yara ğı topyekûn
erozyondan endişelendikleri için yediklerinizle
çıkardıklarınız arasındaki farkı, gezegenden
ayrılmadan önce cerrahi bir müdahaleyle vücut
ağırlığınızdan geri aldıklarını anla r: yani her
tuvalete gidişinizde makbuz olmanın haya bir
önemi vardır.)

Dürüst olmak gerekirse, yıldızlararası uzaklığın


keskin boyutlarıyla karşılaşıldığında, Rehber’in giriş
yazısı sorumlusundan daha işlek kafalar bile
afallayabilir. Kimileri bir an için Reading’deki
(Ingiltere) bir s k ile Johannesburg’daki (Güney
Afrika) bir cevizi gözünüzün önüne ge rmeye ya da
bunun gibi göz kamaş rıcı birçok kavramı
düşünmeye davet eder sizi.
Halbuki basit gerçek, yıldızlararası uzaklıkların
insan aklına sığmayacağıdır. Hareket eden bir şey
olduğunu anlamak birçok ırkın binlerce yılına mal
olmuş ışığın bile yıldızlar arasında yolculuk etmesi
zaman alır. Işığın Güneş adlı yıldızdan Dünya’nın
bulunmuş olduğu yere varması sekiz dakika alır,
Güneş’in en yakın komşusu olan Alpha Proxima
yıldızına ulaşması için ise dört yıl daha gerekir.
Işığın, Galaksi'nin diğer yanına ulaşması, örneğin
Damogran’a varması, daha da çok zaman alır; beş
yüzbin yıl. Bu uzaklıkta otostop rekoru beş yıldan
biraz daha azdır, ana yolda görülecek pek bir şey
yoktur.

Her Otostopçunun Galaksi Rehberi eğer


ciğerlerinizi hava ile doldurursanız uzay boşluğunda
otuz saniye dolayında bir süre yaşayabileceğinizi
söyler. Fakat uzayın akıl almaz boyutları içerisinde
bu otuz saniye süresince başka bir gemiye
alınmanız olasılığının iki üzeri iki yüz altmış yedi bin
yedi yüz yedide bir olduğunu da ekler.

Arthur’un bir zamanlar Islinton’da gi ği ve çok


hoş bir kızla tanışıp da birlikte ayrılmayı
beceremediği bir par nin verildiği dairenin de
telefon numarası olması tamamen akıllara
durgunluk veren bir rastlan dır. Kız par den
davetsiz gelen bir misafirle birlikte ayrılmış . Dünya
gezegeni, Islington’daki daire ve telefonu imha
edilmiş olsalar da yirmidokuz saniye sonra Ford ile
Arthur’un kurtarılmış olmaları vesilesi ile
anıldıklarını bildirmek gayet ferahlatıcı.

9
Hava kilidinin hiçbir akla yakın açıklaması
olmadan kendiliğinden açılıp kapandığını fark eden
bir bilgisayar kendi kendine söylendi. Bunun nedeni
Aklın yemeğe çıkmış olmasıydı.

Galaksi’de bir delik belirivermiş . Bu delik tamı


tamına bir saniyenin hiçte biri yüksekliğinde, bir
metrenin hiçte biri genişliğinde ve bir ucundan
diğerine birçok milyon ışık yılı derinliğindeydi. Hava
kilidi kapanırken uzayda kayıp giden birçok kağıt
şapka ve balon rladı dışarı. Yedi kişilik doksan
san m boyunda borsa analis nden oluşan
birtakım, biraz havasızlıktan boğularak, biraz
şaşkınlıktan öldüler. Bu arada iki yüz otuz al bin az
pişmiş yumurta da delikten rlayıp Panse yıldız
sisteminde kıtlıktan kırılmakta olan Poghril’in
topraklarında titrek bir yığın oluşturdu.

Poghril kabilesinin bir kişi dışında tümü açlıktan


ölmüştü, o son kişi ise birkaç ha a sonra kolestrol
zehirlenmesinden öbür dünyayı boyladı. Deliğin
açık kaldığı zaman süresi saniyenin hiçte biri,
zamanın içinde bütünüyle olasılık dışı olarak, bir
ileri bir geri salındı. Issız geçmişte bir yerlerde
uzayın arı boşluğunda gezinen rastgele bir atom
topluluğunu ciddi biçimde sarsın ya uğra p
atomları en olağandışı yapılarda birbirleriyle
kaynaş rdı. Çabucak kendilerinin aynılarını
türetmeyi öğrenen bu yapılar (bu, söz konusu
yapıların olağandışılıklarından bir kısmıydı yalnızca)
daha sonra sürüklendikleri her gezegenin başına
kütlevi dertler aç lar. İşte evrende yaşam böyle
başlamıştı.
Beş vahşi Olay Girdabı akıl dişiliğin acımasız
r nalarında döndüler ve kaldırıma kusarak
içlerindekini boşal lar. Kaldırımda Ford Prefect ve
Arthur Dent yarı ölü-balıklar gibi ağızlarını açıp
kapayarak yatıyorlardı.

“İşte buradasın” diye yutkundu Ford.


Bilinmez’in Üçüncü Kıyısı’na doğru uzanan
kaldırımın üzerinde tutunacak bir yer aramak için
sağı-solu rmalarken, “sana bir şeyler
düşüneceğimi söylemiştim.”

“Ha, öyle,” dedi Arthur, “Öyle.”

“Parlak bir fikirdi benimkisi,” dedi Ford, “geçen


bir uzay gemisi bulup kurtarılmak.”

Gerçek evren, altlarında rahatsız edici biçimde


büküldü. Birçok taklit nesneler uçuştu çevrelerinde,
örneğin dağ keçileri. İlk ışık, uzay-zaman’ı yoğurt
topakları gibi püskürterek patladı. Zaman
tomurcukları açıldı, madde büzüldü. En büyük asal
sayı bir köşeye çöreklenip kendini sonsuza dek
gizledi.
“Hadi ama,” dedi Arthur, “çok küçük bir olasılık
bu.”

“Kurcalama, tutturduk işte.” dedi Ford.

“Ne tür bir gemideyiz?” diye sordu Arthur


sonsuzluk çukuru altlarında gerinirken.

“Bilmiyorum,” dedi Ford, “Henüz gözlerimi


açmadım.”

“Evet,ben de açmadım.” dedi Arthur.

Evren sıçradı, durdu, tredi ve birçok


beklenmedik yöne doğru yayıldı.

Arthur ile Ford gözlerini açıp ha rı sayılır bir


şaşkınlıkla baktılar çevrelerine.

“Aman Tanrım,” dedi Arthur, “ pkı Güney


sahiline benziyor.”

“Vay canına, bunu söylemene sevindim.” dedi


Ford.
“Neden?”

“Çünkü delirdiğimi sandım.”

“Belki de delirdin. Belki de yalnızca öyle


söylemiş olduğumu düşündün.”

Ford bu sözü tarttı.

“İyi de, söyledin mi söylemedin mi?" diye


sordu.

“Söyledim galiba” dedi Arthur.

“Belki de her ikimiz de deliriyoruz.”

“Evet,” dedi Arthur, “delirdik, gele gele aklımıza


buranın Güney kıyısı olduğu geliyor.

“Burası Güney Kıyısı mı sence?”

“Ha, tabii.”

“Bence de.”
“Öyleyse delirdik demek ki.”

“Bunun için iyi bir gün.”

“Evet,” dedi oradan geçen bir manyak.

“Kim? Beşbaşlı ve ringa balığı dolu böğürtlen


dalları taşıyan adam mı?”

“Evet.”

“Bilmem. Birisi işte.”

“Ha.”

Sezilebilir bir rahatsızlıkla kaldırımda oturup dev


çocukların kumsalda gürültüyle koşuşturmalarını,
vahşi atların, gökyüzüne yeni döşenmiş çelik raylar
üzerinden Belirsiz Bölgelere şimşek gibi koşmalarını
izlediler.

“Biliyor musun,” dedi Arthur hafif bir


öksürükle,
“Eğer burası Güney kıyısıysa bu işte bir tuhaflık
var...”

“Denizin taş gibi durgun olup da binaların aşağı


yukarı dalgalanmasını mı kastediyorsun?” dedi
Ford.

“Evet, bu da tuhaf. Gerçekte,” diye sürdürdü,


büyük bir patlamayla Güney kıyısı al eş parçaya
ayrılıp sersemle ci şekilde uçarı ve hafifmeşrep
şekillerde birbirlerine dolanıp dansederken,
“hepten tuhaf giden bir şeyler var.”

Boru ve yaylıların vahşice uğuldayan sesleri


rüzgarda savrulurken, on kuruşa sa lan lokmalar
sıcak sıcak asfal a dökülürken ve ürkünç balıklar
gökyüzünü delip üstlerine yağarken Ford ile Arthur
ufak ufak tüymeye karar verdiler. Ağır ses
duvarlarına, kadim düşünce dağlarına, duygusal
müzik vadilerine, sıkan ayakkabı seanslarına ve
şaşkın yarasa ordularına daldıktan sonra birdenbire
bir kadın sesi duydular. Oldukça dokunaklı bir sese
benziyordu, ama sadece şöyle dedi, “İki üzeri yüz
binde bir ve düşmekte”, Hepsi bu kadardı.

Ford bir ışık ışınından kaydı ve sesin geldiği yeri


arandı çevresinde ama gerçekten inandırıcı bir
kaynak bulamadı.

“Bu ses de neyin nesi?” diye bağırdı Arthur.

“Bilmiyorum,” diye seslendi Ford. “Bilmiyorum.


Olasılık ölçüsü gibi bir şeyden söz ediyordu.”

“Olasılık? Ne gibi yani?”

“Olasılık. Bilirsin işte, ikide bir, üçte bir, dör e


beş gibi mesela. İki üzeri yüz binde bir dedi. Bu
oldukça düşük bir olasılık yani.”

Bir milyon galonluk bir çı dolusu krema


uyarmaksızın üzerlerine boca etti kendini.

“Bu da ne anlama geliyor?” diye bağırdı Arthur.

“Ne, krema mı?”


“Hayır, olanaksızlık ölçüsü!”

“Nereden bileyim. Hiçbir fikrim yok. Sanıyorum


ki bir tür uzay gemisinde bulunuyoruz.”

“Yalnızca,” dedi Arthur, “birinci mevki


kompartmanda olmadığımızı tahmin
edebiliyorum.”

Uzay-zaman dokusunda kabarıklar oluştu.


Kocaman çirkin kabarıklar.

“AaaamTgggghhh...” dedi Arthur gövdesinin


yumuşadığını ve çeşitli yönlere kıvrıldığını
hissederek. Güney kıyısı eriyor gibi... yıldızlar
dönüyor... kurak bir arazi... bacakların günbatımına
doğru uzuyor... sol kolum da gidiyor.” Korkutucu
bir düşünceye kapıldı aniden: “Kahretsin,” dedi,
“Dijital saa mi nasıl kullanacağım şimdi?” Gözlerini
umutsuzca Ford’a çevirdi.

“Ford,” diye seslendi, “bir penguene


dönüşüyorsun. Kes şunu.”
Ses yine duyuldu.

“İki üzeri yetmiş beş binde bir ve düşmekte.”

Ford havuzun çevresini hiddetle dolandı paytak


paytak yürüyerek.

“Hey, sen de kimsin, diye vrakladı. “Neredesin?


Neler oluyor ve de bunu durdurmanın bir yolu yok
mu?”

“Lü en rahatlayın,” dedi ses kibarca, yalnızca


bir-kanadı kalmış ve iki motorundan biri yanan bir
hostesin rahatlatmaya çalışan ses tonuyla,
“bütünüyle güvenliktesiniz.”

“Ama mesele bu değil!” diye a ldı Ford.


“Mesele şu anda bütünüyle güvenlikte bir penguen
olmam, ortağımın da hızla kollarını bacaklarını
yitiriyor olması.”

“Tamam tamam, işte geri aldım onları,” dedi


Arthur.
“İki üzeri elli binde bir ve düşmekte,” dedi ses.

“Kabul etmek gerekir ki,” dedi Arthur,” boyları


hoşlandığım uzunluktan biraz fazla, ama...”

“Bize söylemek gereği duydunuz,” diye vrakladı


Ford kuşlara özgü öfkeyle, “hiç mi bir şey yok?”

Ses boğazını temizledi. Dev bir pö bör


(kurabiye) uzaklara fırladı.

“Al n Kalp Yıldız” gemisine hoş geldiniz” dedi


ses.

Ses sürdürdü.

“Lü en çevrenizde olanlara,” dedi “şaşırmayın.


İki üzeri iki yüz yetmiş al binde bir -muhtemelen
daha da düşük- olasılık düzeyinden, mutlak bir
ölümden kurtarıldığınız için başlangıçta bazı kötü
etkiler hissetmeniz doğaldır. Şu anda iki üzeri yirmi
beş binde bir düzeyinde seyrediyoruz ve düşmekte,
normal olanın ne olduğundan emin olduğumuzda
da normaliteye döneceğiz. Teşekkürler. İki üzeri
yirmi birde bir ve düşmekte.”

Ses kesildi. Ford ile Arthur küçük aydınlık bir


odadaydılar.

Fordu çılgınca bir heyecan kaplamıştı.

“Arthur!” dedi “bu müthiş! Sonsuz Olasılıksızlık


Motoru kullanılan bir gemi bizi kurtardı! İnanılmaz!
Bunun hakkında birkaç söylen duymuştum daha
önce! Hepsi resmi ağızlarca yalanlandı, ama
sonunda yapmışlar işte! Olasızlıksızlık Motoru’nu
yapmışlar!”

Arthur odanın kapısına yapışmış kapatmaya


çalışıyordu, ama bir türlü yerine oturmuyordu kapı.
Küçük tüylü eller, mürekkep lekeli parmaklar
kenarlardan içeri uzanıyordu; incecik sesler, deli
saçması şeyler söylüyordu. Arthur ona baktı.

“Ford!” dedi, “dışarıda bizimle üzerinde


çalış kları Hamlet oyunu konusunda görüşmek
isteyen sonsuz sayıda maymun var.”
10
Sonsuz Olasılıksızlık Motoru hiper uzayda bir
sürü pis işe gerek kalmaksızın yıldızlararası o uçsuz
bucaksız mesafeleri saniyenin hiç de biri kadar bir
sürede asmayı sağlayan yeni ve müthiş bir
yöntemdir. Yöntem şans eseri bulunmuş, daha
sonra da Galak k Hüküme n Damogran’daki
araş rma takımınca resmi bir ulaşım aracı haline
dönüştürülmüştür.

Kısaca yöntemin bulunuşunun öyküsü söyledir.

Küçük miktarlarda sonlu olasılıksızlıkların,


Bumbleweeney 57 Mezon-al beyninin man k
devrelerini güçlü Brownian Hareket üre cisinin
(diyelim ki güzel bir fincan çay) içine sallandırılmış
atomik vektör çizicisine bağlanmasıyla elde edilme
ilkesini bilmeyen yoktur. -bu tür üreteçler
par lerde, Belirsizlik Teoremi gereğince garson kızın
iç çamaşır moleküllerinin tümünü aniden otuz
san m kadar sola sıçaratarak buz kırma işleminde
kullanılmaktadır. Birçok saygın fizikçi buna daha
fazla katlanamayacaklarını açıkladılar- kısmen
fiziğin itibarı zedelendiği için, ama çoğunlukla bu tür
partilere davet edilmedikleri için.

Kazanamadıkları diğer bir şey de uzay gemilerini


akıllara durgunluk veren uzaklıktaki yıldızlara
sıçratacak sonsuz olanaksızlık alanını yaratabilen bir
makine tasarımında karşılaş kları sürekli
başarısızlık . Sonunda, asık yüzlerle böyle bir
makine yapmanın fiilen olanaksız olduğunu
açıkladılar.

Derken günlerden bir gün, özellikle başarısız


geçmiş bir par den sonra, laboratuvarı süpürmek
için kalan bir öğrenci şöyle bir akıl yürütürken buldu
kendini. Eğer, diye düşündü kendi kendine, böyle
bir makine yapmak fiili bir olasılıksızlık ise,
man ksal olarak sonlu bir imkansızlık olmalıdır.
Öyleyse yapmam gereken bunun ne derece
olanaksız olduğunu hesaplamak, bu rakamı sonlu
olasılıksızlık üretecine vermek, üzerine taze sıcacık
bir fincan çay dökmek... ve çalıştırmak!
Aklından geçenleri yap ve uzun süredir
üzerinde çalışılan al n Sonsuz Olasılıksızlık
Motoru’nu yapmış olmaktan dolayı çok
heyecanlandı. Hemen sonrasında Galak k
Ens tü’nün Üstün Zeka Ödülü'nü kazandığında
daha da heyecanlanmış ki sonunda bir aklı evvele
asla tahammül edemeyeceklerini anlayan ö eden
kudurmuş bir saygın fizikçi kalabalığınca linç edildi.

11
Al n Kalp’in Olasılıksızlık geçirmez yöne m
köprüsü yepyeni olduğu için son derece temiz
olması dışında alışılagelmiş bir uzay gemisi
görümündeydi. Kontrol koltuklarından bir kısmının
naylon kılıfları üzerlerinde duruyordu henüz. Beyaz
rengin hakim olduğu köprü, uzun, dikdörtgen
biçiminde küçük bir restoran boyutlarında bir yerdi.
Aslında tam bir dikdörtgen sayılmazdı; iki uzun
kenarı birbirine koşut olarak eğriydi, odanın bütün
köşeleri de heyecan verici kabarık şekillerle
yuvarlaklaş rılmış . Kabin sıradan üç boyutlu uzun
bir dikdörtgen şeklinde çok daha basit ve pra k
yapılabilirdi, ancak bu durumda tasarımcılar
kendilerini sefalete mahkum etmiş olurlardı. Köprü
heyecan verici derecede amaca uygun
görünüyordu, öyleydi de, kontrol ve gözlem
sistemi panellerinin üzerinde yer alan büyük
ekranlar içbükey duvardaydı, dışbükey duvarda ise
uzun bilgisayar masaları bulunuyordu. Bir köşede
parlak çelik dizlerinin üzerine eğilmiş parlak çelik
başıyla bir robot kamburunu çıkarmış oturuyordu.
O da yeni sayılırdı, ama güzelce tasarlanmış ve
parla lmış olmasına rağmen az çok insansı
vücudunun parçaları birbirine uymamış gibi
duruyordu.

Aslında kusursuz biçimde uydurulmuşlardı


birbirlerine, ama taşınma biçimleri dahada uygun
olmalarının mümkün olabileceğini ima ediyordu.
Zaphod Beeblebroz ellerini pırıl pırıl parlayan
aletlerin üzerinde gezdirip heyecandan kıkırdayarak
odada bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Bir alet
yığınının üzerine eğilmiş olan Trillian bir takım
rakamlar okuyordu. Sesi Tannoy sistemi ile geminin
her yerine ulaşmaktaydı.

“Beşte bir ve düşmekte..." dedi, “dör e bir ve


düşmekte... üçte bir ... iki... bir... olasılık çarpanı bir
de bir... normale döndük, yineliyorum normale
döndük. ” Mikrofonunu kapa . Sonra yeniden
açıp hafifçe gülümseyerek sürdürdü. “Hâlâ
üstesinden gelemediğiniz bir şeyler varsa sizin
kendi sorununuz. Lü en rahat olun. Yardım
geliyor.”

Zaphod sıkkınlıkla patladı; “Kim bunlar Trillian?”

Trillian onunla yüzyüze gelmek için koltuğunu


çevirip omuzlarını silkti.

“Yalnızca uzaydan topladığımız iki herif,” dedi


“ZZ9 Çoğul Z Alfa Bölgesi.”

“Ah, evet, çok ince bir düşünce bu Trillian,” diye


serzenişte bulundu Zaphod, “ama gerçekten
bulunduğumuz koşullarda sence bu akıllıca mı?
Yani, şu anda kaçıyoruz falan filan, Galaksi polis
gücünün yarısı peşimizdedir şimdi, ama ne
yapıyoruz, otostopçuları almak için duraklıyoruz.
Pekala, ar s k puan on üzerinden on, ama kafa
çalıştırma eksi bilmem kaç milyon, ne dersin?”

Parmaklarını kontrol panellerinden birinin


üzerine sinirli sinirli vurmaya başladı. Trillian önemli
bir şeye dokunmadan önce onun elini yavaşça
kenara i . Zaphod’un beyinsel özellikleri ne olursa
olsun -saldırganlık, kabadayılık, kibirlilik- sakildi ve
abar lı bir hareketle bütün gemiyi havaya
uçurabilirdi. Trillian onun hızlı ve başarılı haya nı
yap ğı hiçbir şeyin önemini anlamamış olmasına
bağlıyordu.

“Zaphod,” dedi sabırla, “uzay boşluğunda


korunmasız yüzüyorlardı... ölmelerini istemezdin
değil mi?”

“Doğru, aslında... hayır. Değil, ama...”

“Bu şekilde? Bu şekilde ölmek mi? Ama?”


Trillian başını yana çevirdi.
“Yani, belki başka birileri daha sonra toplardı
onları.” “Bir saniye fazla kalsalardı ölmüş
olacaklardı.”

“İşte, eğer sorunu biraz daha düşünmek


zahmetine katlansaydın sorun filan kalmayacaktı.”

“Onların ölmesi seni sevindirecek miydi?”

“Bu şekilde sevindirmeyecekti elbette, ama..."

“Her neyse,” dedi Trillian, kontrol düğmelerine


yönelirken,

“Onları ben toplamadım.”

“Nasıl yani? Kim topladı öyleyse?”

“Gemi.”

“Ha?”

“Gemi yaptı. Kendi kendine.”

“Ha?”
“Olasılıksızlık Motoru çalışırken.”

“Ama bu inanılmaz.”

“Hayır Zaphod. Yalnızca çok çok olasılıksız.”

“Hmm, evet.”

“Bak Zaphod,” dedi kız, koluna hafifçe vurarak,


“yabancıları merak etme. Yalnızca iki herif sanırım.
Robotu aşağıya onları ge rmeye yollarım. Hey,
Marvin!”

Köşede, duran robotun kafası keskin bir dönüş


yap , ama sonra istemsizce yerine döndü.
Olduğundan on kilo daha ağırmış gibi ayağa kalk
ve dışarıdan bakan birinin kahramanca bir çaba
diye niteleyeceği şekilde odayı geç . Trillian’ın
önünde durup sol omuzunun ardını görebiliyormuş
gibi bakmaya başladı.

“Sanırım kendimi depresyonda gibi hisse ğimi


bilmenizde yarar var," dedi. Sesi alçak ve
umutsuzdu.
“Tanrım,” diye yakardı Zaphod kendini bir
koltuğa atarken.

“Güzel,” dedi Trillian parlak şefkatli bir tonla,

“İşte seni oyalayıp aklını düşüncelerinden


uzaklaştıracak bir şey.”

“İşe yaramaz,” diye vızıldadı Marvin,


“olağanüstü geniş bir aklım var.”

“Marvin!” diye uyardı Trillian.

“Peki,” dedi Marvin, “ne yapmamı


istiyorsunuz?”

“İki numaralı giriş bölümüne gidip oradaki iki


yabancıya eşlik et.”

Mikrosaniyelik bir duraklamanın ardından


sesinin tonunda ve rengindeki ince bir ayarla -
kimse kusur bulamaz- Marvin, insansı her şeye
karşı olan aşağılama ve korkularını dile getirdi.
“Yalnızca bu mu?” dedi.

“Evet,” dedi Trillian kesinlikle.

“Hoşuma gitmeyecek,” dedi Marvin.

Zaphod koltuğundan fırladı.

“Senden hoşlanmanı istemiyor,” diye bağırdı,


“yalnızca yap dediğini, tamam mı?”

“Pekala,” dedi Marvin büyük çatlak bir çan gibi,


“yapacağım.”

“İyi...” diye patladı Zaphod, “müthiş... teşekkür


ederim...”

Marvin dönüp üçgen şeklinde kırmızı gözlerini


ona dikti.

“Canınızı sıkmıyorum değil mi?” dedi hüzünle.

“Yok yok Marvin,” diye şakıdı Trillian, “İyisin,


gerçekten...”
“Canınızı sık ğımı düşünmek hiç de hoşuma
gitmez.”

“Yok, yok takma kafana" dedi Trillian


kıkırdamayı sürdürerek “İçinden geldiği gibi
davranıyorsun sadece. Her şey yoluna girecek.”

“Aldırmadığınıza emin misin?”

“Tabii ki eminim Marvin.” cilveyle sürdürdü.


Trillian konuşmasını “her şey yolunda gerçekten.
Hayatın bir parçası işte.”

Marvin ona elektronik bir bakış fırlattı.

“Hayat,” dedi Marvin, “bana haya an söz


etmeyin.”

Umutsuzca topuğunun üzerinde dönüp


odadan dışarı çık . Doyurucu bir uğultu ve kır ile
kapı arkasından kapandı.

“Bu robota daha fazla katlanabileceğimi


sanmıyorum. Zaphod,” diye homurdandı Trillian.
* * *
Galak k Ansiklopedi robotu insani işlerini
yapacak biçimde tasarlanmış mekanik bir düzenek
olarak tanımlar. Sirius Siberne k Şirke ’nin
pazarlama bölümü ise robotu “Birlikte Çok
Eğleneceğiniz Plas k Dostunuz" diye
tanımlamaktadır.

Her Otostopçunun Galaksi Rehberi ise Sirius


Siberne k Şirke ’nin pazarlama bölümünü,
“devrim geldiğinde duvara ilk toslayacak olan bir
avuç kafasız kazma” diye tanımlar, aç kları robot
ihalesi ile ilgilenen herkesin teklif verebileceğini de
ekleyerek.

Şurası garip r ki kendisini bin yıl ileriye götüren


bir zaman kıvrımına düşen bir Galak k Ansiklopedi
Sirius Siberne k Şirke pazarlama bölümünü
“devrim geldiğinde duvara ilk toslayan bir avuç
kafasız kazma” olarak tanımlamıştır.

* * *
Pembe bölme birden yok olurken maymunlar
da daha iyi bir boyuta göçmüşlerdi. Ford ile Arthur
kendilerini geminin yükleme bölümünde buldular.
Akıllıca tasarlanmıştı.

“Bence bu gemi yepyeni,” dedi Ford.

“Nereden biliyorsun?” diye sordu Arthur.


“Metallerin yaşını ölçen egzo k bir ale n mi var
yoksa”

“Hayır, yerde şu tanı m broşürünü buldum. Bir


sürü Evren sizin olabilir türünden zırva. Ha! Bak,
haklıymışım.”

Ford sayfalardan birini açıp Arthur’a gösterdi.

“Şöyle diyor: Olasılıksızlık Fiziği’nde göz yaşartıcı


ilerleme. Geminizin motoru Sonsuz Olasılıksızlığa
ulaş ğında Evrende ulaşamayacağınız nokta
kalmaz. Bütün büyük devletlerin özendiği hükümet
olun. Vay canına, işte bu şampiyonluğa oynar.”

Ford arada sırada okuduklarına şaşırarak


geminin teknik özelliklerini gözden geçirmeye
başladı. Sürgün yıllarında Galaksi astrofiziğini
ilerletmişe benziyordu. Arthur bir süre onu dinledi,
sonra söylediklerinin uçsuz bucaksız enginliği
karşısında düşünceleri orada burada gezinirken
parmakları da anlaşılması zor bir bilgisayar paneli
üzerinde dolaşıyordu. Yakındaki başka bir panel
üzerindeki davetkar kırmızı düğmeye bastı.

Panel “lü en bu düğmeye bir daha basmayın “


sözleriyle aydınlandı. Kendine geldi Arthur yeniden.

“Dinle şunu,” dedi, hâlâ 'tanı m broşürüne


dalmış olan Ford, “geminin siberne k yapısında
müthiş bir şeyler yapmışlar. Yeni bir kuşak Sirius
Siberne k Şirke robot ve bilgisayarları, yeni HIK
özelliğiyle. ”

“HİK özelliği?” dedi Arthur. “O da ne?”

“Ha, Hakiki İnsan Kişiliği demek oluyor.”

“Ya,” dedi Arthur, “tüyler ürpertici.”


Arkalarından bir ses, “Öyle dedi. Ses alçak ve
umutsuzdu, gerilerden gelen metalik bir kır
eşliğinde çıkıyordu. Arkalarına döndüklerinde
kapıda dikilen sefil, kambur duruşlu çelik bir adam
gördüler.

“Ne?” dediler bir ağızdan.

“Tüyler ürper ci” diye sürdürdü Marvin, “her


şey. Tam anlamıyla tüyler ürper ci. Üzerinde
konuşmaya bile gerek yok. Şu kapıya bir bakın,”
dedi kapıdan içeriye adımını atarak. Tanı m
broşürünü taklit ederken ses modülatöründeki
hiciv devreleri çalışmaya başladı: “Gemideki bütün
kapılar hoş ve aydınlık bir tavır sergilerler. Sizin için
açılmak onlar için bir zevk r ve daha sonra
başarıyla gerçekleş rilmiş bir görevin huzuruyla
kapanmak ise onlar için bir tatmindir.”

Arkalarından kapanan kapının sesinde bir


doyum iniltisi duyduklarından emin oldular.

“Hmmmymmm ah!” dedi kapı.


Marvin bunu soğuk iğrenmeyle izlerken man k
devreleri ksin yle ça rdayıp kapıya fiziksel şiddet
uygulama kavramıyla ngırdadı. Başka bazı
devreler şunu dile ge rerek bağlan kurdular:
Neden ilgilenelim ki? Ne gerek var? Hiçbir şey
uğraşmaya değmez. Bazı devreler de kapının
moleküllerinin ve insanoid beyninin moleküler
bileşimini analiz ederek eğlendiler. Hızlı bir salınımla
üst uzaydaki hidrojen yayım düzeyini ölçtüler ve
sıkın içinde kapandılar. Robot dönerken vücudu
umutsuzlukla sarsıldı.

“Hadisenize,” diye mırıldadı, “sizi köprüye


götürme emrini aldım. Ben ki, gezegen
büyüklüğünde bir beyne sahibim ama onlar sizi
köprüye götürmemi is yorlar. Gel de işinden
doyum almaktan söz et! Ben de zerre kadar yok.”

Dönüp nefret ettiği kapıya doğru yürüdü.

“A, afedersiniz,” dedi Ford onu izleyerek, “bu


gemi hangi devletin?”

Marvin onunla ilgilenmedi.


“Şu kapıya bir bakın,” diye söylendi, “yeniden
açılmak üzere. Aniden çıkardığı katlanılmaz bulanık
havadan anlıyorum bunu.”

Gönül okşayan bir sesle açılan kapıdan dışarı


çıktı Marvin.

“Hadi, hadi,” dedi.

Diğerlerinin telaşla onu izlemelerinin ardından


kapı kendinden hoşnut tıkırtı ve mırıltılarla kapandı.

“Teşekkürler, Sirius Siberne k Şirke ’nin


pazarlama bölümü” diye mırıldanan Marvin
önlerinde uzanan parlak ve yuvarlak koridorda
perişan bir şekilde isteksizce yürümeye başladı.
“Hakiki İnsan Kişiliğinde robotlar yapalım” deyip işe
benimle başladılar. Ben, bir kişilikli proto pim. Belli
oluyor değil mi?”

Ford ve Arthur sıkılgan birkaç i raz sözcüğü


ettiler.

“Bu kapıdan nefret ediyorum,” diye sürdürdü


Marvin, “sizi sıkmıyorum değil mi?”

“Hangi devletin...” diye başlayacak oldu Ford.

“Hiçbir devle n değil bu gemi" diye kes robot,


“çalıntı.”

“Çalıntı mı?”

“Çalıntı mı?” diye taklit etti Marvin.

“Kim çaldı?” diye sordu Ford.

“Zaphod Beeblebrox.”

Ford’un sura na olağandışı bir şeyler oldu. En


azından beş çeşit değişik ve çok farklı şaşkınlık ve
şok ifadesi yüzünde karmakarışık olarak is flendi
üstüste. Sol ayağı, adımının ortasında kalakaldı ve
yeri tekrar bulmakta oldukça zorlandı. Robota
bakıp yüz kaslarından birkaçını çözmeyi denedi.

“Zaphod Beeblebrox...?” diye sordu zayıfça.


“Afedersiniz, kötü bir şey mi dedim?” dedi
Marvin, farkında olmadan yürümeyi sürdürerek.
“Özür dilerim, ağzımdan kaç , genellikle yapmam,
her neye, bunu neden söylediğimi de bilmiyorum,
aman Tanrım bir çöküntü içindeyim. İşte
kendinden hoşnut bir başka kapı daha. Hayati Bana
hayattan söz etmeyin.”

“Kimse söz etmedi ki”, diye seslendi alınan


Arthur.

“Ford sen iyi misin?”

Ford ona bak . “Bu robot Zaphod Beeblebrox


mu dedi?” diye yineledi sorusunu.

12
Zaphod kendisi ile ilgili haberleri etha-al radyo
dalga boylarından aranırken Al n Kalp’in
köprüsünü yüksek sesli bir gunk müziği tangır sı
sardı. Bu aletleri kullanmak gayet zordu. Radyolar
yıllar boyu düğmelere basmak ve dalga ayarlarını
döndürmekle kullanıldı, sonra teknoloji
ilerlediğinde her şey dokunma k oldu -yalnıca
parmaklarınızla panellere dokunmanız ye yordu;
şimdi ise elinizi alete doğru şöyle bir sallamanız
gerekiyor. Bu yöntemin büyük kas enerjisi
tasarrufu sağladığı açık, ama aynı zamanda aynı
programı kesin siz dinlemek istediğinizde kılınızı
kıpırdatmadan oturmanız gerek ği de ortada.
Zaphod elini sallayınca kanal yine değiş . Yine
müzik tangır sı ama bu kez ön planda bir haber
bülteni vardı. Haberler her zaman müzik ritmine
uygun olacak şekilde hazırlanırdı.

“...ve şimdi de etha-al dalga boyu haber


bültenini dinliyorsunuz, bütün Galaksi, yirmidört
saat,” diye cırladı bir ses, “bütün akıllı yaşam
biçimlerine merhaba... ve diğerlerine de merhaba,
işin sırrı taşları birbirine sürtmekte çocuklar. Ve
tabii ki bu akşamın en büyük haberi yeni
Olasılıksızlık Motoru proto pinin sansasyonel
biçimde çalınması, hem de kimin tara ndan?
Galaksi Başkanı Zaphod Beehlebrox. Şimdi herkesin
sorduğu soru... Büyük Z sonunda rla mı?
Beeblebrox, Pan Galak k Gargara Bomba’yı icat
eden adam, eski has üçkağıtçı, Büyük olanından bu
yana Eksantrik Gallumbits tara ndan ilan edilen En
iyi Patlama ve yedinci kez Bilinen Evren’in En Kötü
Giyinen Yaratığı seçilen kişi... bu kez bir yanıtı var mı
acaba? Onun Özel beyin bakım uzmanı olan Grag
Halfrunt’a sorduk...”

Müzik boğuklaş ve bir an kayboldu. Başka bir


ses muhtemelen Halfrunt, konuşmaya başladı.
Şöyle diyordu; “Evet, aslında Zaphod’da pek bir
numara olmadığını biliyor muydunuz?’’, yayın
burada kesildi çünkü köprünün bir ucundan
diğerine uçan bir kalem radyonun açma kapama
alanından geçmiş . Zaphod dönüp Trillian’a bak ,
kalemi o atmıştı.

“Hey,” diye seslendi, “niye yaptın bunu?”

Trillian parmağını ekranı kaplayan şekiller


üzerinde tıklatıyordu.

“Bir şey geldi aklıma yalnızca.” dedi.


“Öyle mi? Benden söz eden bir haber bültenini
kesmeye değdi mi bari?”

“Zaten kendin hakkında yeterince şey işi n


şimdiye dek.”

“Çok endişeliyim. Bunun farkındayız.”

“Egonu biran için unutabilir miyiz? Bu çok


önemli.”

“Eğer şu anda çevrede benim egomdan daha


önemli bir şeyler varsa yakalanıp susturulmasını
is yorum hemen.” Zaphod tekrar bak ona, sonra
gülmeye başladı.

“Dinle,” dedi Trillian, “şu iki herifi aldığımız


yer...” “Hangi iki herif?”

“Gemiye aldığımız iki herif.”

“Ha onlar,” dedi Zaphod, “şu iki herif’

“Onları ZZ9 Çoğul Z Alfa bölgesinden aldık.”


“Öyle mi?” dedi Zaphod, sonra gözlerini
kırpıştırdı.

Trillian yavaşça, “Bu sana bir şey ifade ediyor


mu?” dedi.

“Hmmm,” dedi Zaphod, “ZZ9 Çoğul Z Alfa, ZZ9


Çoğul Z Alfa?”

“Evet?” dedi Trillian.

“Hımmm, ... Z'nin anlamı ne?” dedi Zaphod.

“Hangisinin?”

“Herhangi birinin.”

Trillian Zaphod ile ilişkisinde karşılaş ğı en


büyük zorluklardan biri, Zaphod’un insanları faka
bas rmak için mi aptal numarası yap ğını, yoksa
kendisi düşünmekten üşenip de bir başkasına-bu
işi yıkmak amacıyla mı aptal numarası yap ğını,
yoksa olan bitenden hiçbir şey anlamadığını örtmek
için mi aptal numarası yaptığını, yoksa gerçekten mi
aptal olduğunu ayırt etmeyi bir türlü becerememiş
olmasıydı. Şaşır cı biçimde zeki olmak onuruna
erişmiş , öyleydi de - ama her zaman değil, şimdi
olduğu gibi, bu yüzden endişeleniyordu. İnsanların
kibirli olmak yerine şaşkın olmalarını yeğlerdi.
Bütün bunlar Trillian’a her şeyin ötesinde gerçekten
aptalca görünüyordu ama ar k anlamak için
uğraşmıyordu.

İç geçirip durumu onun için basitleş rmek


üzere ekrana bir yıldız haritası ge rdi. Zaphod’un
hangi nedenden ötürü aptalı oynadığı onu zerre
kadar ilgilendirmiyordu.

“Şurada,” diye gösterdi, “tam şurada.”

“Hey... evet!” dedi Zaphod.

“Eee?” dedi Trillian.

“Eee ne?”

Trillian’ın kafasının içinin bir bölümü kafasının


içinin öbür bir bölümüne bağırıyordu. Çok sakin,
şöyle dedi.

“Beni ilk kez aldığın yer.”

Zaphod ona ve sonra tekrar ekrana baktı.

“Hey, evet,” dedi, “çok süper bu. Atbaşı


Nebulasının tam göbeğine düşmüş olmalıyız. Nasıl
gitmiştik oraya acaba? Yani orası hiçbir yer değil.”

Trillian duymamazlıktan geldi.

“Olasılıksızlık Motoru,” dedi şe atle. “Sen


kendin açıklamış n bunu bana. Evrendeki her
noktadan geçiyoruz bildiğin gibi.”

“Evet, ama bu süper bir rastlan öyle değil mi?”


“Evet.”

“Birilerini tam bu noktadan almak. Evrendeki


bunca nokta varken. Bu bütünüyle çok... bunun
üzerinde çalışmak istiyorum. Bilgisayar!”

Gemideki her parçacığı yöneten ve gözleyen


Sirius Siberne k Gemi Bilgisayarı ile şim durumuna
geçti.

“Merhaba!” dedi berrak bir sesle, aynı anda


kayıtlar için ince bir şerit çıkarırken, şeri e
“Merhaba!” yazıyordu.

“Aman Tanrım” dedi Zaphod. Bu bilgisayarla


uzun süre çalışmamış ama ondan nefret etmeyi
öğrenmişti.

Bilgisayar deterjan sa yormuşçasına neşeli ve


kendine güvenli sürdürdü konuşmasını.

“Sorununuz her neyse bilmek is yorum. Bunu


çizmenize yardım etmek için burada
bulunuyordum.”

“Anlaşıldı, anlaşıldı,” dedi Zaphod. “Bak,bir


parça kağıt kullansam daha iyi olacak galiba.”

“Bi abii,” dedi bilgisayar, aynı anda yazdığı


mesajı bir çöp kutusuna yollarken, “Anlıyorum,
eğer isteyecek olursanız...”
“Kes ar k!” dedi. Zaphod, bir kalem kaparak
konsolda Trillian'ın yanma yerleşti.

“Tamam, tamam...” dedi kırgın bir sesle


bilgisayar, sonra da konuşma kanalını kapattı yine.

Zaphod ve Trillian Olasılıksızlık uçuş yolu


tarayıcısının önlerinde ekrana sessizce yansı ğı
şekiller üzerine derin düşüncelere daldılar.

“Onların tara ndan olaya bakarak,” dedi


Zaphod, “kurtarılmalarının Olasılıksızlığı’nı
hesaplayabilir miyiz?”

"Evet, bu bir sabi r,” Trillian, “iki üzeri iki yüz


yetmiş altı bin yedi yüz dokuzda bir,”

“Bu çok yüksek. Çok çok şanslı herifler bunlar.”

“Öyle.”

“Gemi onları aldığında yapmakta olduğumuz


şey göz önüne alındığında..
Trillian rakamları bilgisayara girdi. Ekranda iki
üzeri sonsuz eksi birde bir (yalnızca Olasılıksızlık
Fiziği’nde kullanılan irrasyonel bir sayı) göründü.

“...hayli düşük,” diye sürdürdü hafif bir ıslıkla


Zaphod.

“Öyle,” diye katıldı Trillian ve sorgularcasına ona


baktı.

“Bu hesaba ka lması gereken büyük bir


Olasılıksızlık olayı. Eğer her şey uygun bir toplama
erişecekse bilançonun diğer yanında çok olanaksız
bir şey olması gerekir.”

Zaphod bir iki toplama yap , sonra rakamları


karalayıp kalemi fırlattı.

“Devenin nalı, bulamıyorum.”

“Öyleyse?”

Zaphod kızgınlıkla başlarını birbirine vurup


dişlerini gıcırdattı.
“Tamam,” dedi. “Bilgisayar!”

Ses devreleri yeniden hayata geçtiler.

“Ne var, merhaba!” dediler (yazıcı kırdadı,


tıkırdadı).

“Yapmak istediğim tek şey gününüzü daha iyi


ve daha iyi ve daha da iyi...”

“Tamam, iyi, kes sesini de bana yardım et.”

“Bi abi,” diye kırdadı bilgisayar.


“Olasılıksızlıklar verilerine dayanan bir...”

“Olasılık tahmini istiyoruz, evet.”

“Tamam,” diye sürdürdü bilgisayar. “İşte size


ilginç küçük bir tanı. Birçok insanın hayatlarının
telefon numaralarınca idare edildiğini biliyor
muydunuz?”

Acılı bir ifade Zaphod’un yüzlerinden sırayla


geçti.
“Keçileri mi kaçırdın?” dedi.

“Hayır ama söyleyeceğimi işi ğinizde siz


kaçıracaksınız.”

Trillian yutkundu. Olanaksızlık uçuş güzergahı


ekranındaki düğmelerle oynadı.

“Telefon numarası mı?” dedi. “Bu şey telefon


numarası mı dedi?”

Sayılar yanıp söndü ekranda.

Bilgisayar nazikçe duraksadı, sonra sürdürdü.

“Söylemek istediğim şey...”

“Zahmet etme lütfen,” dedi Trillian.

“Bak, bu da ne?” dedi Zaphod.

“Bilmiyorum,” dedi Trillian, “ama şu yabancılar-


köprüye doğru geliyor olmalılar şu sefil robotla
birlikte. Bir kamerayla izleyebilir miyiz onları?”
13
Marvin hâlâ inleyerek koridordu zorlukla
ilerliyordu.

“...ve sonra sol tara ndaki bütün diotlardaki şu


ağrı da var...”

“Yazık,” dedi Arthur içtenlikle onun yanında


yürüyerek.

“Gerçekten mi?”

“Ah evet,” dedi Marvin. “Değiş rmelerini de


rica ettim ama kimsenin umurunda değil.”

“Tahmin edebiliyorum.”

O sırada Ford’dan belli belirsiz sıl ve


homurtular geliyordu. “Peki iyi, pek güzel,” deyip
duruyordu kendi kendine, “Zaphod Beeblebrox...”

“Yine ne oldu biliyor musunuz?”


“Hayır, ne?” dedi Arthur, aslında bilmek
istemeyerek.

“Şu kapılardan birine daha vardık.”

Koridorun yan duvarında sürgülü bir kapı vardı.


Marvin şüphe ile baktı ona.

“Evet,” dedi Ford sabırsızlıkla. “Giriyor muyuz?"

“Giriyor muyuz?” diye taklit e Marvin. “Evet


bu köprünün girişi, sizi köprüye ge rmem söylendi.
Muhtemelen entelektüel kapasitelerinden kuşku
duymayacağım birilerinden bugün alacağım en
büyük emir. Yavaşça, büyük bir nefretle, avının
üzerine yürüyen bir avcı gibi kapıya yürüdü.
Birdenbire açıldı kapı.

“Teşekkür ederim,” dedi kapı, “basit bir kapıyı


çok mutlu ettiğiniz için.”

Marvin’in gırtlağının derinliklerinde dişliler


gıcırdadı.
“Komik,” dedi cenaze merasimindeki gibi bir
tonla, “Hayat nasıl da tam daha kötü olamayacağını
düşündüğünüz anda oluveriyor.”

Kapıdan içeri a kendini, geride Ford ile


Arthur’u birbirlerine bakıp omuz silkerken
bırakarak. İçeriden Marvin’in sesini duydular yine.

“Yabancıları görmek istersiniz diye düşündüm.”


dedi.

“Bir köşeye oturup paslanmamı mı, yoksa


önceden dikildiğim yerde mi durmamı istersiniz?”

“Evet, içeri al onları Marvin.” dedi bir başka ses.

Ford’a bakan Arthur onun güldüğünü görünce


şaşırdı.

“Neden...?”

“Şşşşt,” dedi Ford, “İçeri gir.”

Köprüye girdi.
Arthur sinirli sinirli izledi onu. İçeride bir
koltukta ayaklarını yöne m konsoluna uzatmış
sallanarak sol eliyle sağ kafasındaki dişlerini
karış ran bir adam görünce irkildi. Sağ kafa
tamamiyle kendini işine vermiş görünüyordu. Ama
soldaki geniş, rahat ve umursamaz bir sırı şla
sırıtmaktaydı. Arthur’un görüp de inanamadığı
şeylerin sayısı oldukça çoktu. Bir süre ağzı bir karış
açık olduğu yerde donakaldı.

Tuhaf adam Ford’a tembel tembel el salladı ve


korkutucu yapmacık bir umursamazlıkla,

“Ford, selam, nasılsın?” dedi. “Gemiye


atlayabildiğine memnun oldum.”

Ford yumuşayacak gibi değildi.

“Zaphod,” dedi yayvan yayvan, “seni görmek


ne güzel, iyi görünüyorsun, ek kol yakışmış sana. İyi
gemi çalmışsın.”

Arthur gözlerini faltaşı gibi açıp baktı Ford’a.


“Yani bu adamı tanıyor musun?” dedi
parmağını sertçe Zaphod’a doğru sallayarak.

“Tanımak mı?” diye bağırdı Ford, “o...”


durakladı, tanıştırmayı tersten yapmak geldi aklına,

“Zaphod, bu benim arkadaşım Arthur Dent,”


dedi, parçalanan gezegeninden ben kurtardım
onu.”

“Ha, öyledir.” dedi Zaphod, “selam Arthur,


kurulabildiğine sevindim.” Sağ kafası teklifsizce
döndü “selam” deyip dişlerin karış rılması işine geri
döndü.

Ford sürdürdü tanış rmayı “Arthur,” dedi, “bu


benim yarı yarıya kuzenim Zaphod Beeb...”

“Biz tanışıyoruz,” dedi Arthur keskince.

Çevre yolunda seyrederken hani birkaç hızlı


arabayı geçersiniz de kendinizden pek memnunken
birden kazayla dörtden üçüncü yerine birinciye
takıverirsiniz vitesi, motorunuz kaportadan
darmadağınık rlayacakmış gibi olur, hızınız kesilir,
işte bu tavır da Ford’un hızını aynen böyle kesti.

“Eeee...ne?” dedi.

“Tanışıyoruz dedim.”

Zaphod beceriksizce şaşırmış gibi yapıp


damaklarından birini şaklattı.

“Hey... eem, tanışmış mıydık? Hey... eeem...”

Ford gözlerinde kızgın bir parıl ile Arthur’a


döndü.

Tam kendini yeniden evine dönmüş gibi


hissederken birden evren hakkında Ilford menşeli
bir sivrisineğin Pekin hakkında bildiği kadar şey
bilen bu ilgisiz ilkel tara ndan madara edilmek ona
dokunmuştu.

“Ne demek yani tanışıyoruz?” diye sordu.


“Bildiğin gibi bu Betelgeuse Bes’de Zaphod
Beeldebrox, Croydon'dan allahın cezası Mar n
Smith değil.”

“Beni ilgilendirmez,” dedi Arthur soğuk soğuk.


"Biz tanışıyoruz değil mi Zaphod Beeblebrox, yoksa
Phil mi demeliyim?”

“Ne!” diye bağırdı Ford.

“Biraz ha rlatmanız gerek” dedi Zaphod.


“Türler konusunda hafızam berbattır.”

“Bir partideydik” diye sürdürdü Arthur.

“Ah, evet, şüphelenmeliydim.” dedi Zaphod.

“Yeter artık Arthur!” dedi Ford.

Arthur vazgeçmiyordu. “Al ay önce verilen bir


parti. Dünya’da İngiltere’de...”

Zaphod dudaklarını kısıp gülümseyerek başını


salladı.

“Londra,” diye üsteledi Arthur. “Islington,”


“Hah,” dedi Zaphod suçlu suçlu, “şu parti.”

Bu Ford’un hiç hoşuna gitmemiş . Bir Arthur’a,


bir Zaphod’a bakıyordu. “Ne?” dedi Zaphod’a.
“Senin de o sefil gezegende bulunduğunu söyleme
bana.”

“Yo, tabii ki değildim,” dedi Zaphod soğukça.


“Yani, belki kısa bir süre için şöyle bir uğramış
olabilirim, hani geçerken...”

"Ama on beş yıl orada mahsur kaldım ben!”

“Evet, ama bunu bilmiyordum ki, değil mi ya?”

“Peki ama ne yapıyordun orada?”

“Öylesine bakınıyordum işte.”

“Bir par ye davet edilmeden daldı,” dedi


Arthur, hırsından treyerek, “bir kıyafet
balosuydu..."

“Öyle olması gerekir, değil mi ama?" dedi Ford.


“Bu par de,” diye dire Arthur, “bir kız vardı...
pekala ar k hiçbir şeyin önemi yok. Bütün oraları
duman oldu gitti.”

“Allahın cezası gezegenin için surat asmayı


bırakmanı dilerim,” dedi Ford. “Kimdi bu hanım?”

“Öyle biri işte. Peki, tamam, pek iyi gitmiyordu


aramız bütün akşam uğraşmış m. Kahretsin çe n
ceviz çıkmış . Güzel, çekici, müthiş akıllı, sonunda
onunla biraz yalnız kalabilmiş k, tam konuşacak
kıvama ge riyordum ki senin bu arkadaşın yanaşıp
şöyle dedi Hey, bebek, bu herif içini mi bayıyor?
Niye gelip benimle konuşmuyorsun? Ben başka bir
gezegendenim. Kızı bir daha hiç görmedim.”

“Zaphod,” diye bağırdı Ford.

“Evet,” dedi Arthur, ona bakıp aptal


görünmemeye çalışarak “Yalnızca tek kafası ve iki
kolu vardı ve kendini Phil olarak tanıtmıştı, ama...”

“Ama kabul et ki sonunda başka gezegenden


olduğu ortaya çık ,” dedi Trillian köprünün öte
ucundan ortaya çıkarak. Arthur'a bir ton tuğla gibi
gelen hoş bir gülücük yollayıp yine geminin
kontrolüne döndü.

Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Arthur’un


çalkalanmış beyninden birkaç kelime süzülüp geldi.

“Tricia MacMillian?” dedi. “Ne arıyorsun


burada?"

“Senin gibi,” dedi Trillian “otostop çek m. Bir


matema k ve bir astrofizik diploması ile başka ne
yapılabilir ki? Ya bu ya da her pazartesi sadaka
kuyruğu.”

“Sonsuzluk eksi bir” diyerek ça rdadı bilgisayar


“Olasılıksızlık toplamı şimdi denkleşti.”

Zaphod çevresine bakındı. Ford’a Arthur’a ve


sonra da Trillian'a.

“Trillian,” dedi, “Olasılıksızlık Motoru’nu


kullandığımız sürece buna benzer şeyler gelecek mi
başımıza?”
“Gayet olası, korkarım ki” dedi Trillian.

14
Al n Kalp şimdi geleneksel foton motoru ile
uzayın karanlığında sessizce yol alıyordu. Dört
kişilik müre ebat kendi iradeleri ya da basit
rastlan lar ile değil de insanlar arasındaki ilişkiler de
atom veya moleküller gibi, fiziğin birtakım
sapkınlıkları sayesinde bir araya geldiklerini
bilmekten dolayı son derece rahatsızdılar.

Geminin yapay gecesi çöktüğünde her biri ayrı


kabinlere çekilip düşündüklerini akla uygun hale
getirmeye çalışabildiklerine şükrediyorlardı.

Trillian uyuyamamış . Bir kanepeye oturup


Dünya ile tek ve son bağlarının -beraberinde
ge rebilmek için Zaphod’a ısrar e ği iki beyaz fare-
bulunduğu küçük bir kafesi seyretmeye koyuldu. O
gezegenden bir daha hiç geri dönmemecesine
ayrılmış , ama gezegenin yok olduğu haberi
karşısında olumsuz tepki göstermekten rahatsızdı.
Şimdi, ona öyle uzak ve gerçekdışı geliyordu ki neyi
düşünmesi gerek ği bir türlü aklına gelmiyordu.
Fareler dikka ni bütünüyle çekene dek kafeste
ciyaklamalarını, oyuncak değirmenlerinde
heyecanla koşmalarını izledi. Aniden silkilenerek
kalk ve yanıp sönen ışıklara bakmaya gi .
Düşünmemeye çalış ğı şeyin ne olduğunu bilmeyi
isterdi.

Zaphod uyuyamamış . O da düşünmeye


uğraş ğı şeyin ne olduğunu bilmeyi isterdi.
Ha rlayabildiği kadarıyla uzaklara dalıp gitmenin
başının e ni yiyen esrarlı duyumundan rahatsız
oluyordu çoğu zaman bu düşüncesini bir kenara
koyup endişelerinden sıyrılabiliyordu ama Ford
Prefect ile Arthur Dent’in gelişiyle yeniden
ayaklanmış düşünceleri. Bir şekilde bu olay
göremediği bir resmi tamamlıyordu.

Ford uyuyamamış . Yeniden yollara düşmenin


heyecanı içindeydi. Tam umudunu kesmeye
başlamışken onbeş yıllık fiili hapis sona ermiş .
Zaphod ile biraz takılmak çok eğlenceli olacakmış
gibi geliyordu ama yarı-kuzeninde anlayamadığı
işkillendirici tuhaf bir şeyler vardı. Galaksi Başkanı
olması gerçeği açıkça şaşır cıydı, işi terk ederkenki
davranışı da öyle. Bunun ardında bir neden var
mıydı? Bu soruyu Zaphod’a sormak yararsızdı,
çünkü yap ğı hiçbir şeyin arkasında bir neden
varmış gibi görünmezdi: anlaşılmazlığı sanat haline
ge rmiş . Haya a her şeye olağandışı bir deha ve
basit yeteneksizliğin karışımıyla sarılırdı, çoğu
zaman hangisinin hangisi olduğu anlaşılmazdı.

Arthur uyumuştu: Fena halde yorgundu.

* * *
Zaphod’un kapısında bir kır duyuldu.
Kayarak açıldı kapı.

“Zaphod...?”

“Evet?”

Trillian, arkasından vuran oval ışıkta bir gölge


olarak durdu.

“Sanırım aradığın şeyi bulduk.”

“Ya, öyle mi?”

* * *
Ford uyuma çabasını yarıda kes . Bulunduğu
kabinin bir köşesinde küçük bir bilgisayar ekranı ve
bir klavye vardı. Rehber için Vogonlar konusunda
yeni bir madde yazmak amacıyla bir süre ale n
başında oturdu ama aklına yeteri kadar parlak bir
fikir gelmeyince bundan da vazgeçip bir sabahlığa
sarınarak köprünün yolunu tuttu.

İçeri girdiğinde aletlerin üzerine heyecanla


eğilmiş iki gölge görüp şaşırdı.

“Gördün mü? Gemi yörüngeye girmek üzere”


diyordu Trillian. “Orada bir gezegen var. Tam da
öngördüğün koordinatlarda.”

Zaphod bir ses duyup döndü.


“Ford”, diye sıldadı. “Hey, gel de şuna bir
bak.” Ford gidip bak . Ekranda yanıp sönen bir dizi
şekil vardı.

“Bu Galak k koordinatları tanıdın mı?” dedi


Zaphod. “Hayır.”

“Sana bir ipucu vereceğim. Bilgisayar!”

“Selam bizim takım!” diye coşkuyla seslendi


bilgisayar.

“Gayet sosyal olduk değil mi?”

“Kes sesini,” dedi Zaphod, “ekranları göster


bize.” Köprünün ışıkları söndü. Konsolların
üzerinde oynayan ışıklar dışarıyı görüntüleyen
ekranlara bakan dört çift gözde parıldıyordu.

Ekranlarda kesinlikle hiçbir şey görünmüyordu.

“Bunu tanıdın mı?” diye fısıldadı Zaphod.

Ford geri çekildi.


“Eee, hayır,” dedi.

“Ne görüyorsun?”

“Hiçbir şey.”

“Tanımadın mı?”

“Neden söz ediyorsun?”

“Atbaşı Nebulasında bulunuyoruz. Koca geniş


kara tek bir bulut.”

“Ne yani, bunu boş bir ekrana bakarak mı


anlayacaktım?”

“Galakside boş bir ekran görebileceğin tek yer


karanlık bir Nebulanın içidir.”

“Pek güzel.”

Zaphod güldü. Açıkça bir şeylerden dolayı


çocukça bir heyecan duymuştu.

“Hey, bu gerçekten müthiş, bu kadarı çok


fazla!”

“Bir toz bulutuna saplanmakta bu kadar


büyütülecek ne var?” dedi Ford.

“Burada ne bulmayı tasarlamış n?” diye sordu


Zaphod.

“Hiçbir şey”

“Bir yıldız? Bir gezegen?”

“Hayır.”

“Bilgisayar!” diye bağırdı Zaphod, “görüş açısını


bir-seksen dereceye çevir ve gördüklerin hakkında
tek kelime söyleme!”

Bir an hiçbir şey olmuyormuş gibi göründü,


sonra dev ekranın kenarında bir parıl belir .
Küçük bir tepsi büyüklüğünde kırmızı bir yıldız
ekranda kayarken onu bir diğeri izledi - ikili bir
sistem. Sonra büyük bir hilal görüntüsünün bir
köşesini dilimledi- gezegende gecenin yaşandığı
zifiri karanlık bölümde bir yarım kızıl fener gibi asılı
duruyordu.

“İşte onu buldum!” diye bağırdı Zaphod,


konsola yumruğunu indirerek. “Buldum onu!”

Ford şaşkınlıkla baktı görüntüye.

“Nedir bu?” dedi.

“Bu...” dedi Zaphod, “varolan en olanaksız


gezegen.”

15
(Her Otostopçu’nun Galaksi Rehberinden alın ,
sayfa 634784, Bölüm 5a. madde: Magrathea)

Geçmişte, tarihin sisleri içinde, eski Galak k


imparatorluğun büyük ve görkemli günlerinde
yaşam vahşi, zengin ve büyük ölçüde vergiden
mua ı. Kuvvetli uzay gemileri egzo k güneşler
arasında macera ve ganimet arayarak Galek k
uzayın en uzak uçlarında ilerlerdi. O günlerde
yürekler cesur, bahisler yüksek, erkekler gerçek
erkek, kadınlar gerçek kadın, alfa Centauri’li tüylü
küçük yara klar da gerçek Alfa Centauri'li tüylü
küçük yara klardı. Ve bütün hepsi gözüpekçe
bilinmeyen tehlikelere a lırlar, görkemli işler
yaparlar, insanoğlunun gitmediği sonsuzluklara
gitmeye cüret ederlerdi, işte İmparatorluğun tavrı
böyle verildi.

Doğal olarak birçokları fena halde zengin


oldular ama bu tamamen doğal bir şeydi ve bunda
utanılacak bir şey yoktu çünkü kimse gerçek
anlamda fakir sayılmazdı -en azından söz edilmeye
değecek hiç kimse. Zengin ve başarılı birçok tüccar
için yaşam kaçınılmaz olarak çok sıkıcı ve iç bayıcı
bir hale geldi, onlar da kusuru, üzerinde yaşadıkları
gezegende aramaya başladılar - hiçbiri tümüyle
doyumlu değildi: ya iklim öğleden sonranın ikinci
yarısında hoş değildi, veya gün yarım saat fazlaydı
ya da deniz kesinlikle pembenin yanlış bir
tonundaydı.
Şaşkınlık verici özel bir zenaat dalı için uygun
koşullar böylece yara ldı: ısmarlama lüks gezegen
yapımı. Bu zenaa n asıl yeri hiper uzay
mühendislerinin beyaz deliklerden emdikleri
madde ile rüya gezegenleri döktükleri Magrathea
gezegeniydi - hepsi Galaksi’nin en zengin
adamlarının doğal olarak bekledikleri standartlara
tamı tamına uygun sevimli ürünler. Bu iş o denli
başarılıydı ki Magrathea kısa bir süre sonra
Galaksi’nin geri kalanını sefil bir yokluğa
sürükleyerek bütün zamanların en zengin gezegeni
oldu. Böylece sistem bozuldu, İmparatorluk çöktü
ve bir milyar aç dünyanın üzerine, yalnızca
okumuşların geceler boyu planlı bir ekonominin
faydaları üzerine yazdıkları kendini beğenmiş
makalelerin kalem gıcırtılarının bozduğu, asık suratlı
bir sessizlik çöktü.

Magratheo da silinip gi ve anısı bir süre sonra


sisli bir masala dönüştü. Şu aydınlanmış
günümüzde tabii ki hiç kimse bunun tek kelimesine
dahi inanmıyor.
16
Arthur tar şanların gürültüleriyle uyanıp
köprüye yollandı. Ford ellerini kollarını sallayıp
duruyordu.

“Sen delisin Zaphod” diyordu, “Magrathea bir


mit, bir peri masalı, annelerin büyüyünce
ekonomist olmak isteyen çocuklarına geceleri
anlattıkları bir hikaye, bir..."

“Ve şu anda yörüngesinde bulunduğumuz


şey,” diye üsteledi Zaphod.

“Bak, şahsi olarak şu anda neyin


yörüngesindesin bilemem, ama bu gemi..."

“Bilgisayar!” diye bağırdı Zaphod.

“Hayır, olamaz.”

“Herkese selam! Ben Eddie, gemi bilgisayarınız,


şu anda zımba gibiyim çocuklar, çalış racağınız
bütün programların üstesinden gelebilirim.”

Arthur soru soran bakışlarla bak Trillian’a.


Trillian sessizce beklemesini işaret etti.

“Bilgisayar,” dedi Zaphod “bize tekrar


bulunduğumuz yörüngeyi bildir.”

“Gerçek bir zevk,” diye homurdandı bilgisayar,


“Şu anda üçyüz mil yükseklikte efsane gezegen
Magrathea çevresinde yörüngedeyiz.”

“Hiçbir şey demek değil bu,” dedi Ford. “Kendi


adıma bu bilgisayara güvenmiyorum.” .

“Size yardım edebilirim tabii ki,” diye


yüreklendirdi bilgisayar daha çok şerit yazarak.
“Eğer yararı olacaksa kişilik problemlerinizi de on
ondalık basamağa kadar çözümleyebilirim.”

Trillian araya girdi.

“Zaphod,” dedi “her an gezegenin, adı her


neyse, gündüz tarafına dönebiliriz,” dedi.
“Hey, ne demek is yorsun yani? Gezegen tam
öngördüğüm yerde öyle değil mi?”

“Evet, orada bir gezegen var, doğru. Kimseyle


tar şmıyorum ben yalnızca Magrathea’yı diğer
herhangi bir soğuk kaya parçasından ayırt
edemem. Eğer ilgileniyorsan şafak sökmek üzere.”

“Tamam. Tamam,” diye söylendi Zaphod, “en


azından gözlerimiz şenlensin biraz. Bilgisayar!”

“Herkese selam! Sizin için...”

“Sadece çeneni kapa ve bize gezegeni göster


yine.” Karanlık şekilsiz bir kütle bir kez daha
ekranları kapladı. Gezegen altlarında dönmekteydi.

Bir süre sessizce izlediler, ama Zaphod


heyecandan yerinde duramıyordu.

Kısık bir sesle “İşte şimdi gece yüzünü


aşıyoruz...” dedi. Gezegen dönmeyi sürdürdü.

“Gezegen yüzeyi şu anda üçyüzmil al mızda...”


diye devam e . Kendisini coşkuya boğan bu anın,
herkeste çok önemli bir an olduğu duygusunu
yaratmaya çabalıyordu. Magrathea! Ford’un
şüpheci tepkisi onu kırmıştı. Magrathea!

“Birkaç saniye içinde,” diye sürdürdü


“görebiliyor olmalıyız... işte!”

Ve o an geldi. En pişkin yıldızlararası serseri


mayın bile uzaydan izlenen gündoğumu manzarası
karşısında ürpermekten kendini alamaz, hele çi
güneşli bir sistemdeki gündoğumu Galaksi’nin
harikalarından biridir. Mutlak karanlık aniden göz
kamaş rıcı bir ışık noktası ile delindi. Yanlara doğru
hafif bir açı ile uzayarak ince hilal şeklinde bir bıçak
ağzı haline geldi ve birkaç saniye sonra her iki güneş
de ortaya çık . İki ışık rını, ufuğun karanlık kıyısını
akkoru ile dağlıyordu. Şiddetli renk çubukları
altlarındaki ince atmosferi dilimlemekteydi.

“Şafağın alevleri...!” diye soluklandı Zaphod.


“İkiz güneşler soulianis ile Rahm...!”

“Veya her neyse,” diye yavaşça söylendi Ford.


“Soulianis ile Rahm!” diye üsteledi Zaphod.

Güneşler uzayın zifiri karanlığında parıldarken


hafif mis k bir müzik köprüyü okşamaktaydı:
Marvin alaylı hırıldanıyordu, insanlardan öylesine
nefret ediyordu ki.

Ford önlerindeki ışıktan manzaraya bakarken


heyecandan yanıp tutuşuyordu ama bu yalnızca
tuhaf yeni bir gezegen görmenin verdiği heyecandı,
onun için bu yeterliydi. Zaphod’un görüntüye
gülünç fantaziler ekleyip onu etkilemeye çalışması
onu hafifçe yaralamış . Bütün bu Magrathea
zırvası çocukça geliyordu. Bir bahçenin güzel
olduğunu görmek için illa da al nda perilerin
yaşadığına inanmak mı gerekiyordu?

Bütün bu Magrathea muhabbe Arthur için


tümüyle anlaşılmazdı. Trillian’a yanaşıp neler
döndüğünü sordu.

“Yalnızca Zaphod’un bana söylediklerini


biliyorum” diye sıldadı Trillian. “Açıkça görülüyor
ki Magrathea öyküsü çok eskilere uzanan hiç
kimsenin inanmadığı bir efsane gibi bir şey.
Dünya’nın Atlan s’i gibi, ama bir tek farkla,
efsaneler Magrathealıların gezegen imal e klerini
söylüyor.”

Arthur ekranlara bakın önemli bir şeyler


kaçırdığı hissine kapıldı. Birdenbire bunun ne
olduğunun ayırdına vardı.

“Bu gemide çay bulunur mu?” diye sordu.

Al n Kalp yörüngesinde ilerlerken altlarındaki


gezegen daha ayrın lı görünmeye başladı. Çi e
güneş ar k karanlık gökyüzünde asılı duruyorlardı,
şafağın fişek gösterisi sona ermiş gezegen günün
olağan ışığında kasvetli ve yasaklanmış gibi
görünüyordu -gri, tozlu ve üzerindeki belli belirsiz
yer şekilleri ile. Bir temel boşluğu gibi ölü ve soğuk
görünüyordu. Zaman zaman uzaktaki ufukta bir
şeyler vaadeden biçimler beliriyordu-nehir
yatakları, belki dağlar, ha â belki de kentler- ama
daha yaklaş kça çizgiler soluklaşıyor, belirsizliğe
gömülüyor, sonunda ortaya hiçbir şey çıkmıyordu.
Zaman ve üzerinde yüzyıllar ve yüzyıllar boyu
sürüklenen ince bayat havanın ağır hareketleri
gezegen yüzeyini bulanıklaştırmıştı.

Açıkça çok çok yaşlıydı gezegen.

Altlarındaki gri manzarayı izlerken bir anlık


şüphe uyandı Ford’un içinde. Zamanın yoğunluğu
endişelendirdi onu, elle tutulabilecek bir şey gibiydi.
Genzini temizledi.

“Pekala, diyelim ki..."

“Ama öyle” dedi Zaphod.

“Ki öyle değil,” diye sürdürdü Ford. “Ne


istiyorsun? Orada hiçbir şey yok.”

“Yüzeyde yok” dedi Zaphod.

“Peki bir şeyler olduğunu varsayalım, burada


endüstri arkeolojisi adına bulunmadığını
sanıyorum. Neyin peşindesin?”
Zaphod'un başlarından biri uzaklara daldı. Diğer
başı birincisinin neye bak ğını görmek için döndü,
özel bir şeye bakmıyordu.

“Evet” dedi Zaphod sakince, “kısmen merak,


kısmen macera isteği, ama galiba en çok para ve
şöhret için...” Ford ona keskin bir bakış rla .
Zaphod’un burada neden bulunduğu konusunda
en ufak bir fikri olmadığı izlenimine kapıldı.

“Biliyor musunuz bu gezegenin görünüşünden


hiç hoşlanmadım.” dedi Trillian ürpererek.

“Aman boşver aldırma,” dedi Zaphod,


“üzerinde bir yerlerde eski Galak k
İmparatorluğu’nun malvarlığının yarısı olduktan
sonra biraz rüküş görünmeyi kaldırabilir.”

Kahretsin, diye içinden geçirdi Ford. Buranın


yi p gitmiş bir eski uygarlığın merkezi olduğu gibi
birkaç aşırı derecede olağanüstü şey farz edilse bile,
bu göz alabildiğince büyük hâzinenin bugün bir
değer taşımasının olanağı yoktu. Omuzlarını silkti.
“Ölü bir gezegen işte.” dedi.

“Boşlukta asılı kalmaktan sıkıldım,” dedi Arthur


huysuzca.

* * *
Stres ve tedirginlik günümüzde Galaksi’nin her
yanında görülen ciddi toplumsal sorunlardır, bu
sorunun ağırlaşmaması için aşağıdaki gerçekler
peşinen açıklanmaktadır.

Söz konusu gezegen gerçekten Magrathea’dır.


Kısa bir süre sonra an k bir savunma sistemince
başla lacak olan ölümcül füze saldırısı ise üç kahve
fincanının ve bir fare kafesinin kırılmasına,
birilerinin üstkolunun berelenmesine ve bir kase
dolusu petunya ile masum bir spermeçek
balinasının zamansız ortaya çıkışına ve ani ölümüne
neden olacak r. Bir esrar havasının korunması
amacı ile kimin üst kolunun berelendiği konusunda
bu noktaya kadar bir açıklama yapılmamış r. Bu
gerçek bir şey değiş rmeyeceği için rahatlıkla
havada kalabilir.

17
Güne oldukça keyifsiz başlayan Arthur’un
kafasında, bir önceki günden kalan sarsın lı
kırıntılar birleşmeye başlamıştı. Ona hemen hemen,
ama tamamen değil, bütünüyle çaya benzemeyen
plas k bir bardak dolusu sıvı veren bir Beslen-
Ma k makinesi buldu. Makinenin çalışması çok
ilginç . İçecek düğmesine basıldığında makine
kişinin tad alma bezlerini kısa bir an içinde detaylı
olarak inceler, ışınlarla metabolizmanın analizini
yapar ve neyin hoşa gidebileceğini belirlemek için
kişinin sinir sisteminden beynin tad alma
merkezlerine küçük deneysel sinyaller yollardı. Yine
de kimse bunları neden yap ğını tam olarak
bilmiyordu çünkü hiç değişmeksizin verdiği şey bir
fincan dolusu, hemen hemen ama tamamen değil,
bütünüyle çaya benzemeyen sıvıydı. Beslen-Ma k,
günümüzde şikayet bölümü Sirius Tau yıldız
sisteminin üç büyük gezegenindeki bütün belli başlı
kara parçalarını kaplayan Sirius Siberne k
Şirketi’nce tasarlanmış ve imal edilmişti.

Arthur sıvıyı içince bir canlılık hisse . Tekrar


ekranlara bakıp birkaç yüz millik çorak griliğin daha
kayıp geçmesini izledi. Birdenbire kendisini rahatsız
eden bir soruyu sormak geldi aklına.

“Emniyetli mi?”

“Magrathea beş milyon yıldır ölü.” dedi


Zaphod, “tabii ki emniyetli. Şimdiye kadar
hayaletler bile yerleşip çoluk çocuğa karışmışlardır.”

Tam o anda tuhaf ve açıklanamayan bir ses


aniden köprüde yayıldı... Uzaklarda kalmış bir
karnaval müziği boş, z, sahici olmayan bir ses.
Bunu aynı derecede boş, z ve sahici olmayan bir
konuşma izledi. Ses şöyle diyordu “Selam sizlere..."

Ölü gezegenden birileri onlarla konuşuyordu.


“Bilgisayar!” diye bağırdı Zaphod “Herkese selam!”
“Ha, bize yayın yapan beş milyon yıllık bir kayıt
yalnızca.”

“Bir ne? Kayıt mı?”

“Şşşt!” dedi Ford. “Devam ediyor.”

Ses yaşlı, kibar, neredeyse cana yakındı ama


şaşmaz bir tehditle ifadenin altı çizilmişti.

“Bu kaydedilmiş bir duyurudur.” diyordu ses,


“ne yazık ki şu anda hiç kimse yerinde değil.
Magrathea caret konseyi değerli ziyare niz için
teşekkür eder..."

(“An k Magrathea’dan bir ses!” diye bağırdı


Zaphod. “Tamam. Tamam,” dedi Ford.)

“... fakat ne yazık ki, ” diye sürdürdü ses,


“bütün gezegen geçici olarak kapalıdır. Teşekkür
ederiz. Adınızı ve sizi bulabileceğiniz bir gezegenin
adresini bırakmak isterseniz, lütfen düdük sesinden
sonra konuşunuz.”
Kısa bir parazit izledi bunu, sonra sessizlik.

“Bizden kurtulmak is yorlar,” dedi Trillian sinirli


sinirli. “Ne yapacağız?”

“Yalnızca bir kayıt bu,” dedi Zaphod. “Devam


ediyoruz. Anlaşıldı mı bilgisayar?”

“Anlaşıldı,” dedi bilgisayar ve gemiye biraz daha


hız verdi.

Beklediler.

Birkaç saniye sonra karnaval müziği yine


duyuldu, ardından da ses.

“İşyerimiz açılır açılmaz günün en moda olan


dergilerinde ve renkli eklerinde gerekli duyuruları
yapacağız. Böylece müşterilerimizin yine çağdaş
coğrafyanın en iyi örneklerini seçebilecekleri
konusunda sizleri temin etmekten mutluluk
duyarız. İfadedeki tehdit daha keskin bir tane
bürünmüştü. “Şimdilik müşterilerimize nazik ilgileri
için teşekkür eder, uzaklaşmalarını rica ederiz.
Hemen!”

Arthur arkadaşlarının sinirli gözlerinde gezdirdi


bakışlarını.

“Öyleyse gitmemiz daha iyi olur, değil mi?” diye


önemde bulundu Arthur.

“Şşşt!” dedi Zaphod. “Endişelenecek hiçbir şey


yok.” “Öyleyse herkes neden bu kadar gergin?”

“Sadece merak!” diye bağırdı Zaphod.


“Bilgisayar, atmosfere girmeye başla ve inişe
hazırlan.”

Bu kez müzik baştan savma, ses özellikle


soğuktur.

“Gezegenimize olan ilginizin,” dedi “eksilmeden


sürmesi memnun edici. Sizi temin ederim ki şu
anda geminize yaklaşmakta olan güdümlü füzeler
bütün ısrarlı müşterilerimize sunduğumuz hizme n
bir parçasıdır , tam donanımlı nükleer başlıklar da
hiç şüphe yok ki ince bir ayrın dır. İlişkimizin
ilerideki hayatlarınızda da sürmesi dileğiyle...
teşekkürler.” Ses kesildi.

“Oh,” dedi Trillian.

“Eeem...” dedi Arthur.

“Sonra?” dedi Ford.

“Bana bakın,” dedi Zaphod, “aklınızı başınıza


toplayın. Bu yalnızca kayıtlı bir mesaj. Milyonlarca
yıl önce kaydedilmiş. Bizi bağlamaz, anladınız mı?”

“Füzelerden,” dedi Trillian yavaşça, “ne haber?”


nest...

gelişim planı örnekleri 2022 doğum borçlanmasi ne kadar uzaktaki birini kendine aşık etme duası 2021 hac son dakika allahümme salli allahümme barik duası caycuma hava durumu elle kuyu açma burgusu dinimizde sünnet düğünü nasil olmali başak ikizler aşk uyumu yht öğrenci bilet fiyatları antalya inşaat mühendisliği puanları malta adası haritada nerede